31 Mayıs 2016 Salı

43 34 20

Sanat sezonu bitti..
Önümüzdeki sezona kadar bekleyeceğiz artık..
Sabah son üç sezonda neler izlemişim not kağıdıma baktım..
Meğer son sezon ne kadar da ölü sezon imiş..
Sözü baştan alarak söylersem..

2013-2014 sezonunda opera bale ama ağırlıklı olarak tiyatro izleyerek geçen 43 etkinliğe katılmışım..

2014-2015 sezonunda bu sayı 34'e düşmüş..
(37 de olabilirmiş ama önceki sezonda izlediğim üç oyunu tekrar sahneledikleri için gitmemişim,doğal olarak..)

Gelelim son 2015-2016 sezonuna:20 etkinliğe gitmişim..
İki sezon öncesine göre yarıdan  az oyun izleyebilmişim..
Neden mi?
Çünkü yeni oyun sayısı o kadar azdı ki..
İki sezon öncesinin ve geçen sezonun oyunları ile sezonu GEÇİŞTİRDİLER !
Yani yeni olan her oyuna gittiğim halde ne yazık ki geçen sezonun oyun sayısına erişemediğim gibi önceki sezonun ancak yarısına ulaşabilmişim..
O da turne oyunları sayesinde,yoksa bu sayıya bile ulaşmak mümkün olmazdı..
Sezon boyunca Ankara Devlet Tiyatrosu uyuyor mu,diye boşuna sormamışım yani,hakikaten uyuyorlar!..
Ya da bugün okuduklarıma bakarak söylersek,  tiyatro festivallerine bile turistik gezi zihniyetiyle katılan bir tiyatro yönetimine mahkum muyuz?

Son söz olarak;
Nasrettin Hoca merhumu hatırlayarak sorarsak:
Oyun var mı? Var..
Oyuncu var mı? Var..
Yönetici ekip var mı? Var..
Sahne var mı? Var..
Ödenek var mı? Var..
Seyirci var mı? Gani..Yeter ki oyun,hem de iyi oyun olsun,salonlar doluyor..
O halde mübarekler niçin oyun sahnelemiyorsunuz?
"Şu tiyatro sahnelemek de olmasa Devlet Tiyatroları ne güzel yönetilir !"demek için mi?

30 Mayıs 2016 Pazartesi

Zöhre Teyze

Dün akşam üzeri pazara giderken baktım,balkonda oturuyordu..
Selamlaştık..
Dönüşte uğrayıp hatırını sorayım diye düşünerek yürüdüm..
Dönerken baktım,hala  balkonda oturuyor,kapıyı açması için işaret ettim..
O yerinden doğrulurken ben de apartman kapısından girdim..

Her zamanki gibi yalnızdı..
Beli daha da bükülmüş,bükülen belinin üstünde de bir kambur oluşmuş..
Yüzü de bedeni gibi küçülmüş..
Yüzündeki kırışıklıklar seksenine yaklaştığını iyice vurguluyor artık..
Aslında yaşını değil de çileli geçen yıllarını..

Merhum kocası ile benim rahmetli babam asker arkadaşları..
Yıllar sonra ikisi de iş için geldikleri bu şehirde yeniden karşılaşınca aileleriyle birlikte yeniden görüşmeye başlamışlar..
Elli senedir bildiğimiz bir aile kısacası..
Bir kızlarıyla da aynı okula devam etmişliğimiz var hatta..
Neyse..

Nasılsın der demez, birçok yaşlı gibi hastalıklarından yakınmaya başladı..
Kalbinden rahatsız,belinden rahatsız,aslında çocuklarının nankörlüğünden rahatsız..
İkisi erkek,üçü kız beş çocuğu var..
Üçünün evlilikleri yıkıldı,birinin kör topal gidiyor,biri hiç evlenmedi;zaten ana oğul oturuyorlar..

Zöhre Teyze'nin evliliği de yıkıldı,merhum kocası,Ali Amca,emekli olunca eşini de çocuklarını da terk etti,sonra da evliliğini bitirip başka bir evlilik yaptı,onda da mutsuz oldu;en sonunda da yakalandığı kanserden kurtulamayıp yine terk ettiği evde, çocuklarının yanında son nefesini verdi..
Nereden baksan 'hayatım roman' kısacası..

Hastalıklarından yakınması bitince, biraz laf lafı açtı;o söyledi,ben dinledim her zamanki gibi..
Zaten dinlemekten çok anlatmaya muhtaç..

Laf taa genç bir kadın olarak kaynanasıyla yaşadığı bir zıtlaşmaya kadar gerilere gitti..

Köyde bir bağ evinde oturdukları sırada,akşama kadar bağda çalıştıktan sonra,kayınbabası taze bir su getirmesini istemiş..Köy pınarına biraz da uzak olmasına rağmen bir koşu gidip getirmiş..Sonra toprak döşemeli olan evin tabanını sulayıp süpürmüş..Bir de akşam için bulgur pilavı pişirmiş,yufka ekmeğini ıslatıp dürmüş,pekmezi sulandırıp hoşaf yapmış,sofrayı kurup aileyi sofraya buyur etmiş..
Kayınbabası yemeği yedikten sonra demiş ki:"Otuz sekiz senelik evlilik hayatımda ilk defa lezzetli bir pilav yedim!"..Sonra da çıkıp kahveye gitmiş..Kaynanası, Zöhre Teyze'ye dönerek ölümcül tehdidini savurmuş:"Elli yaşında da olsan,oğlumu senden boşatacağım!"Aynı kızgınlıkla yemegin tamamını da yiyip,göreneklere göre aileyle birlikte sofraya oturamayan Zöhre Teyze'ye hiç yemek bırakmamış..Herkes doyduktan sonra kalan artıklarla karnını doyurmak zorunda olan Zöhre Teyze'ye, o akşam bir parça yufka ekmeği arasına, katık olarak, toz biber koyarak yemekten başka seçenek kalmamış..Kocası da yıllar sonra kendisini beş çocuğu ile terk edip anne ve babası ile yaşamaya gidince,kaynanasının nasıl kinci bir varlık olduğunu anlamış..

"O bulgur pilavı benim hayatıma mal oldu!"demekten kendini alamadı..
Geçenlerde rüyasında kaynanasını görmüş..
"Neredeyse tanıyamadım onu..Nasıl bir ağaca yıldırım düşer,ağaç yanıp kavrulur,kapkara kesilir ve öylece ayakta dikilir,kaynanam da aynen öyleydi,yüzü bile görünmüyordu,simsiyah kesilmişti!"dedi..
Çocuklarının derdiyle yanmaktan kararan yüzünde hüzünle bakan gözleriyle,acıyla buruşmuş dudaklarıyla..

Oda yavaş yavaş karardı,akşam ezanı okundu,o hala anlatıyordu,sonunda birbirimizi göremez hale gelince ben de kalkıp eve yollandım..




Şehit Babam,Canım Babam

Geçen cuma akşam üzeri mezarlıkta,şehitlik kapısına henüz ulaştığımda gördüm onları..
Çok genç bir anne,genç bir kız,sevimli bir kız çocuk daha..
Ellerinde de çiçek buketi..
Doğruca üç ay önce Ankara'daki patlamada şehit olan Cüneyt Sertel'in mezarına yöneldiler..
Selamlaştık..
Ayaküstü birkaç kelime konuştuk..

Şehit Cüneyt Sertel bir öğrencimin ağabeyi..
Şehidin eşi de (Şimdi yazık ki adı değiştirilmiş olan)Polatlı Lisesi'nde bulunduğum dönemde öğrenciymiş,hatırladı..

Artık bir genç kız olan büyük kızı on birinci sınıftaymış..
Çok sevimli küçük kızı da birinci sınıfta..
O gün de babalarını toprağa verişlerinin 100. günü imiş..
Tabii bunları konuşurken genç anne de genç kız da gözyaşlarını tutamıyorlardı..
Küçük kız ise buketi babasının mezarına en uygun şekilde yerleştirmenin telaşındaydı.

Onları biricik sevgili şehitlerinin mezarı başında yalnız bırakıp annemle babamın mezarlarının bulunduğu yere doğru yöneldim..
Dönerken baktım,oradalardı..
İki kardeş babalarının mezarına dökmek için çeşmeden su alıyorlardı..
Anne ise eşinin mezarının ayakucuna diz çökmüş,ziyaret defterine hem yazıyor,hem hıçkırıyordu..
Akşam güneşi onları sarışın bir buluta bürümüşken oradan sessizce uzaklaştım..

Dün de radyo haberlerinde anons ediliyordu..
Şehit ailelerinin yaşadıklarını yansıtmak üzere bir belgesel film çekilmiş ve gösterime girmiş..
Sonunda! dedim,sonunda!
Abuk sabuk komedi ya da bunalım ya da gerilim şaheserlerini(!) vizyona süren yerli film endüstrimiz(!) sonunda eli yüzü düzgün ve anlamlı bir çabaya soyunmuş..
Haberin devamında da bu yapımın sponsorunun Şehit ve Gaziler Vakfı olduğu söylenince fikrin sahibinin de ateşin düştüğü yer olduğu, yazık ki,bir kez daha dank etti..




25 Mayıs 2016 Çarşamba

Bilgi, Açması Yüzyıllar Süren Bir Çiçek Gibidir

Bir süreden beri şimdiki adı TLC olan CNBC-E kanalında bir dizi sürüyor..
Call The Midwife ..
Akşam üzeri 19.00'da başlıyor..
Bir saat kadar sürüyor..
İngiliz yapımı olan dizi,İngiltere'de çok beğenilmiş..
İlk yayınlandığı andan itibaren seyrediyorum..
Giderek sarmaya başladı..
Şimdi günlük işlerimi ona göre düzenlemeye ,dizi saatinde evde olmaya çalışıyorum..
Dizikolik mi oldum bilemem ama..

İkinci Dünya Savaşı'ndan sonraki yıllarda,İngiltere'nin yoksulluğundan başka özelliği olmayan bir semtinde,bir manastırda, hamilelere hizmet veren ebeler ve rahibelerin çevresinde,o civarda yaşayan yoksul,çaresiz insanların öyküsü anlatılıyor..
Duygu sömürüsü olmadan,tepeden bakmadan,doğum sahnelerinde iticiliğe varmadan,yerinde drama özellikleri kullanarak;en çok beğendiğim özelliği ise, son derece zarif ve sade kalmaya özen gösteren bir anlatım dili kullanarak..

Dün izlediğim bölümünde finalde söylenen cümle dizisinin ilki buydu..

Bilgi,açması yüzyıllar süren bir çiçek gibidir..
Çocuklar ve gençler, bol bol bilgilendirilmelidir..
O çiçek, yıllar sonra her yerde  açmaya başlayacaktır..

Eğitim işiyle uğraşınca çok anlamlı geliyor..
Bilgiyi aktarabilmek için,daha çok da eğitebilmek için öyle çok uğraşıyorsunuz ki..
Siz elinde bilgi tohumları olan  bir bahçıvan,öğrencilerinizse toprak..
Kulağınızda da Tohum ve Toprak adlı oyununda Orhan Asena'nın yeniçeriye söylettiği replik:
"Her tohum her toprağa uygun değildir,bazı toprak tohumu çürütür.paşa!"
İçinizde bir ürperti..

18 Mayıs 2016 Çarşamba

"Sevgili Babacığım"

"Seni çok özledim..
Keşke yanımda olsan.."

Bu küçük kızının..

"Canım Babam,
Hani biz üniversiteyi kazanınca annemle sen gezecektiniz..
Senin yokluğuna dayanmak çok zor.."

Bu da büyük kızının satırlarından..

17 Şubat'ta Ankara'daki patlamada hayatını kaybedenlerden, Şehit Cüneyt Sertel'in çocuklarının yazdıkları bunlar..
Mezarı üç hafta önce yaptırıldı..
Ayak ucuna da bir kutu kondu.
İçine de bir defter..
Ziyaretine gelenler içlerine doğanları yazsınlar diye..
Cüneyt'in arkadaşlarından,eşinin özellikle istediği şey bu olmuş..
Bir ziyaret defteri..
Tıpkı Ruşen Ülker ve Hakan Türkyılmaz için bırakılan defterler gibi..
Şimdi ziyaretçilerin içlerini dökebilecekleri üç defter oldu..
Herkes yazabilsin diye..
Herkes de yazıyor zaten..
Eşi yazmış ki, okuyunca boğazınız düğüm düğüm oluyor,çocukları,kardeşi,arkadaşları,ziyaretçileri kalemi ellerine almışlar ve sayfaları gözyaşlarıyla doldurmuşlar..
Ben de defterleri olmayan ama Cüneyt'e,Ruşen'e,Hakan'a komşu olan birkaçının adı anılsın istedim..
Mayıs şehitlerinin..

Örneğin,16 Mayıs 2001'de 31 yaşındayken şehit olan P.Kd.Üçvş. Turan KALIN,
O da evliymiş,bir oğlu varmış,şimdi kocaman bir delikanlı olan..
Babasının ayak ucunda bir defter olsaydı, neler yazardı kimbilir..

18 Mayıs 1968'de, 21 yaşındayken şehit olan Kahramanmaraşlı Er Mustafa ER,

2 Mayıs 1969'da, 20 yaşındayken şehit olan Zonguldaklı Mehmet Ali ENGİN,

14 Mayıs 1984'te, 32 yaşındayken şehit olan Pilot Celal ALTUNBAŞ,
Bayramlarda ihtiyar anneciği ve babacığı gelip ziyaret ederlerdi,babası da vefat edince anneciğini getiren kalmadı..

ve 31 Mayıs 1994'te 20 yaşındayken şehit olan Mu.Astsb.Çvş.Erbil Çelik..

Bütün şehitlerimize saygıyla..




9 Mayıs 2016 Pazartesi

Bitti mi?

Bir Anneler Günü daha geldi,geçti.. çok şükür..
Annesi olanlarla,evladı olanlar için mutluluklarla dolu bir gün..
Annesi olmayan çocuklarla,evladını yitirmiş anneler içinse..
Kafanı yastığa,bedenini yatağa gömüp,kendini herkese ve her şeye kapattığın bir ızdırap günü..
Neyseki bir gün..
Neyseki dişini sıktın mı geçip gidiyor..
Bir dahaki seneye de kim öle, kim kavuşa..


2 Mayıs 2016 Pazartesi

Mehmet Ali Engin

Adı bu..
Kendisini tanıyan ve bilen ise yok,yani artık yok..
Zonguldak doğumlu topçu astteğmen..
1949 doğumlu..
2 Mayıs 1969'da da şehit olmuş..
Mezarlığın şehitlik bölümündeki otuz beş şehitten biri..
Mezar taşında babasının adı var..
Annesinin adı yok..
(Kadının adı yine yok, yazık ki)
Henüz yirmi yaşındayken,hatta ağustos doğumlu olduğu için,yirmisini bile doldurmadan şehit olmuş..
Başucundaki mezar taşına fotoğrafı da konulamadığı için dünyaya bir fotoğraftan da bakamıyor..
Biz de onun pırıl pırıl gençliğini sadece tasavvur edebiliyoruz..
Bir de daha gençliğine doyamadan solup gittiğini..
Işıklar içinde ol,güzel çocuk !

İnler Köyünde Bir Canlı Tarih

Adı Hüseyin Türkoğlu..
1920 doğumlu..
Yani 96 yaşında..
Yaşlılığa bağlı işitme zorluğu ve 26 yıl önce başlayan görme kaybı dışında bir rahatsızlığı yok..
Bir de 20 sene önce bir çatışmada şehit olan oğlu Kadir'in acısı dışında..
Dün onu ziyaret ettik..
Evinde,köyünde..
Bahçesindeki kayısı ağacının  altında oturduk..
Konuşturabildiğimiz kadar konuşturduk..
Anlatmayı seviyor..
"Siz sorun; ben anlatırım .."deyip durdu..
Bir de sürekli bize ikramlar yapılıp yapılmadığını denetledi..
Hemen çay hazırlattırdı..
Aç olup olmadımızı tekrar tekrar sordurttu..
Torunlarına bile toplattırılmayan,tepemizde salınıp duran çağlalardan toplamamıza izin verdirtti..
Birlikte gittiğimiz müzik öğretmenimiz ve çocukları, dalından çağla toplayıp yemenin tadına vardılar..
Hava pırıl pırıl,güneş tatlı tatlı ısıtıyor,arılar,kelebekler koşuşup duruyor..
Köyün erkekleri köy konağında hafta sonunun tadını çıkartıyor..
Kısacası güzel bir pazar gününün tadını çıkartmak için her şey vardı..
Biz de tadını çıkarttık..

Benim asıl amacım ise.Sakarya Savaşı'nı izleyen yılları yaşayan,savaşın getirdiği acı ve yokluğun içine doğan Hüseyin Dede'nin o yıllarla ilgili hatırladıklarını sormaktı..
İşittirebildiğimiz kadar sorduk..
Hatırlayabildiği kadar anlattı..
O güzelim bahar esintileri içinde hatırlamanın bile insanı buruklaştırdığı yılları..

Yunanlıların kuyuya attıkları ve çığlıklarına aldırmadan koca koca taşları üzerine atarak öldürdükleri Bilal oğlu Yusuf'u..
Bir bataklık bölgeyi geçerken çamurun içine yatırıp üzerine basarak yürüdükleri yaşlı Karaca'yı..
Köyden esir olarak götürülen Abdullah'ı,Mustafa'yı ve diğerlerini..
On yıl sonra köye dönebilenlerin yaşadıkları acıları..
Bir de onu anlatırken içlendiği güzeller güzeli Küpe Kız'ı..
Ay gibi beyaz tenli güzel kızı nasıl perişan ettiklerini ve öldürdüklerini..
Anlatmadı..
İki kelime söyleyip sustu..
Anladık..
Biz de sustuk..

Köyü dolaşan bahar rüzgarında hala Küpe Kız'ın çığlığı,Bilal oğlu Yusuf'un haykırışları  yankılanır mıydı bilemedik..
Hep sustuk..