25 Şubat 2019 Pazartesi

Terörist

Ankara Devlet Tiyatrosunun yeni oyunlarından..
Akün Sahnesi'ne konuk olmuş..
Kalan son bileti alabilince görme fırsatım oldu..
Bir perdelik ..
90 dakika sürüyor..

14.55'te tiyatro binasındaydım..
Akün'ün kocaman salonu tıklım tıklımdı..
Oyun 14.50'de başlıyormuş..
Daha doğrusu oyuncular yerlerini alıp bazı mizansenlere başlıyorlarmış..
Kapıdaki görevli bunu söyleyince koşarak salona gidip yerime oturmak için ilerlerken önde bir koltuk boşalınca oraya oturuverdim..
Mizansenlerden biri de seyircilerden birkaçına kolonya serpmek olmalı ki,kadın oyunculardan biri hemen gelip elime kolonya serpti..
Teşekkür ettim..
Diğer seyircileri pas geçip kulise gitti.
Az sonra aynı oyuncu mizansen gereği yavaş hareketlerle tekrar sahneye çıkıp elindeki tepside bulunan  iki fincan kahveden birini sol taraftaki bir seyirciye ikram etti..
Sonra dosdoğru bana gelerek elime bir kahve fincanı tutuşturdu..
"İçebilirsiniz." demeyi de ihmal etmeden..
Bugün şanslı günüm galiba !..

Bir dakika sonra şansım döndü..
Oturduğum koltuğun sahibi geldi..
Ben de yerime gitmek için ayağa kalktığımda dördüncü sıranın ortasında bir boş koltuk olduğunu gördüm,izin isteyerek oturdum..
Fincanları toplamak için geri gelen kadın oyuncu da beni takip etmek zorunda kalmış..
Bir yudum ancak içebildiğim fincanı,teşekkür ederek iade ettim..
Böylece oyuna dahil mi oldum, bilmem..
Kapılar kapandı,salon karardı,gürültülü bir müzik başladı..

İlginç bir oyundu..
Dünden beri bulabildiğim tek cümle bu oldu..
Çok emek verilmiş..
Oyunculuk,dekor,ışık,müzik için çok detaylı çalışılmış..
Yönetmen göz nuru dökmüş,bütün ekip de..
Dolayısıyla ellerine sağlık..
Ancak oyun metni bence bu özeni,emeği hak edecek nitelikte değil..
Keşke bu ekip daha iyi bir oyun için bir araya gelseydi..
Sonuç kimbilir ne harika olurdu..

Oyunun konusu yaşadığı toplumun sorunlarını derinliğine yaşayan,bunalımlar içindeki aydının açmazları ,çıkışsızlıkları,bunalımları..

Ve bunun soyut anlatımlarla verildiği zayıf bir metin de oyunun yaslandığı diyaloglardı..
Yani ben bunu anladım o bir buçuk saatte..
Emeğe büyük saygı duydum ama oyunu beğenmedim..




22 Şubat 2019 Cuma

Taş

Bir santim çapındaki böbrek taşı..
14 Şubat'ta ESWL yöntemi ile kırıldı..
Pırlanta olsaydı kaç karat gelirdi bilmem..
Yarattığı sancı ise desibelle ölçülebilecek gibi değil..
Doğum sancısı çekmeyi tercih edenler var..
Öyle şiddetli yani..


On beş gün önce kız kardeşim Elif'te ani başlayıp giderek şiddetlenen ağrıyla kendini belli eden rahatsızlığın,bizim deyimimizle, böbrek taşı olduğu yapılan tetkiklerle ortaya çıktı..
Bu arada meselenin basit ama ağrılı bir sindirim sorunu olduğunu sanan bizleri de fena halde şaşırttı..
En çok da Elif'i..
O şaşkınlık ve çaresizlikle ağrılı üç gün dört gece geçirdi..
Sonra da acil bir taş kırma operasyonu..
14 Şubat günü hastanede çiçekçiler odalara buketlerle çiçek ,kutularla hediye taşırken,Elifcik de böbrek taşı kırma odasında,taşın bulunduğu noktaya yapılan üç bin atımlık seansın bitmesini  acıdan  dişini sıkarak bekliyordu..

Şimdi de taş düşürme telaşıyla litrelerce su içme derdinde..
Umarım bütün taşları düşürür..
Bir daha da hastalık telaşı yaşamasın..
Dilerim..
Ailece tek üzüntümüz de bu olsun..


Radyoda dinledim.
Unutmamak için buraya da yazıyorum..

Eskişehir'e giden herkesin gördüğü bir hediyelik vardır:
Lüle taşı..
Eskişehir'in sekiz köyünde bu taş bulunuyor ve çıkarılıyormuş..
Yerin kimi kez otuz,kimi kez yüz hatta iki yüz metre altından zahmetlerle çıkarılan bu taş,ustasının elinde hayat buluyor ve pek çok kişinin evine ekmek götürmesini sağlıyor..
Dünya lüle taşı rezervinin üçte ikisi de ülkemizde..
Üstelik yüz yıllardır da tanınıyor ve değeri biliniyor..
Taşı işleyen ustaların büyük bölümü de ,doğal olarak, Eskişehir'de..
Bir usta da İzmir'de..
İmiş..

Anlatıyordu Müşerref Usta..
Her perşembe saat 14.00'da  TRT Radyo 1'de yayınlanan Cevahirname programında..

Mobilyacılıkla uğraşırken,bir kez Eskişehir'de bir lüle taşı ustasına denk geldiğini,onu çalışırken izlediğini,sonra eline aldığı bir parça lüle taşını yonttuğunu,kendisindeki hevesi gören ustanın onu yanına çırak aldığını,bir süre sonra memleketine dönerek kendi atölyesini açtığını..
Aradan geçen zamanda iyi bir usta olduğunu ama kendisinden istenen bazı figürleri yapamadığını..

Örneğin devlet başkanları figürü konusunda zorlandığını ve bununla ilgili olarak bir kurs görmesi gerektiğini düşünerek güzel sanatlar akademisine gittiğini..
Akademideki yöneticinin odasına girdiğinde derdini anlattığını;ancak karşısındaki yöneticinin sorduğu tek şeyin "Nereden mezunsun?"olduğunu..
İlkokul mezunu olduğunu duyunca da,sadece lise mezunlarını kabul ettiklerini belirttiğini..
Boynunu büküp geri döndüğünü,devlet adamları figürlerini yine yaptığını ama sadece kendi bildiği kadarıyla ortaya eser çıkarabildiğini..
Anlattı..
Dinlerken içim burkuldu..
Hem  de kızdım..
Hem zanaatkar hem sanatkar olarak karşısına gelip yardım arayan bir ustaya yardım etmek yerine başından savan o yöneticiye..

Biraz sonra "Yazıyorum " programı başladı aynı radyoda..
Başka bir anı vardı bu kez anlatılan..

Nazım Hikmet'in içinde yer aldığı bir anı..
Kiev'de Şevçenko Müzesi'ne giden Nazım,müzeyi gezmek için içeri girdiğinde yüksek bir merdiveni çıkması gerektiğini öğrenir..
Çok sevdiği Şevçenko'nun değerli kalemi üçüncü katta sergilenmektedir çünkü..
56 yaşında ve kalp hastası olan şairin bu merdiveni çıkması ise mümkün değildir..
Zaten soluk soluğadır..
Müzenin girişindeki sandalyeye oturarak biraz dinlenmek ister..
Sonra geri dönecektir..
Gezemeden,Şevçenko'nun kalemini göremeden..

Durumu fark eden müze yöneticisi,Nazım'ı selamlar ve beklemesini rica eder..
Az sonra elinde bir kutuyla döner..
Şevçenko'nun kalemini, görmesi için şaire getirmiştir..
Çok şaşıran ve çok da mutlu olan Nazım,oturduğu yerden  doğrulur..
Ve dokunur, Ukrayna'nın sembolü bu ünlü özgürlükçü şair ve ressamın kalemine..
Sanki kaleme dokunması için ona uzatan müze müdürü değil,Şevçenko'nun kendisidir..

Ve bir şiir yazar..
Şevçenko'nun Kalemi adıyla..

Taş kalpli ve taş kafalı olmayan bir yöneticinin sevindirdiği bir şairin gönlünden dökülen dizelerdir onlar..

"
....... Kapısından içeri girer girmez/Şevçenko karşıladı beni/Gözlerini görür görmez/Eğildim, öptüm elini/Oturduk aynı sofrada, ekmeğini yedim/Dnepr'in suyunda yüzümü yudum/Ustam, bahtı karalığı bilirsin dedim/Arzettim memleketimin halini/Konuştuk şiir üstüne/Yüreğim gibi dedi, yana yana/Şiir düşmeli, dedi, halkın önüne/Verdi bana kalemini...”







11 Şubat 2019 Pazartesi

İstasyon

İstanbul'dan misafir gelen oyun..
Hafta sonu izledim..


Oleksandr Vitel yazmış..
Senem Cevher çevirmiş..
Atilla Şendil yönetmiş..
Şirin Dağtekin Yenen kostüm ve dekor tasarımını üstlenmiş..
Nejat Karaorman ışık tasarımını..
Ve daha birçok tiyatro emekçisinin emeği bu bir perdelik,bir saati birazcık aşan oyuna serpiştirilmiş..
Stüdyo Sahne'nin küçük salonu tamamen doluydu..
Turne oyunudur,muhakkak güzeldir,diyen Ankara seyircisi biletleri tüketmişti..
Sonuçta; izlemesek de olurmuş,hissiyle çıktık ne yazık ki..

Konu bildik..
Hayat bir yolculuktur..
Ne istersen,ne kadar istersen elde edebilir ve bu yolculuğu o kadar rahat,mutlu,ferah biçimde yapabilirsin..
Ya da yeterince istemez,çaba sarf etmezsen hayat yolculuğun mahrumiyetler dizisi olabilir..
Bunu anlatıyordu..
Yeni bir şey söylemeden..
Felsefî derinlik arayanlar biraz daha nitelikli eserler bulup;o kadar emeği hak eden başka bir oyuna dökseler de,biz seyircilerin zaman ve parası  boşa gitmese keşke..

Ekim ayında başlayan yeni sezonun 16.oyununu izledim..
İki oyun dışında öne çıkan oyun göremedim yazık ki:
I. Misafir..
II. Elektra..
Üstelik ikinci oyun İstanbul Devlet Tiyatrosu'nun..
Haydi üçüncü oyun olarak da  Siyahlı Kadın'ı yazayım..
Ama oyunculuk ve sahne tasarımı açısından sadece..
Kısacası benim cephemden bakılınca..
Tiyatro sahnelerinde hayal kırıklığına selam..

Gap'ı "Gaptık"-29

 Epilog
(bir turun ardından son söz)


Gap turu ile ilgili izlenimlerimi çektiğim fotoğraf kareleri eşliğinde anlatmayı sonunda bitirebildim..
Altı günlük gezinin anlatılması biraz uzun sürdü..
29 yazı..
Daha da uzun olabilirdi elbette..
Şehirler gördük..
Düşmana yiğitçe direnişinin ödülü olan İstiklal Madalyası'nı gururla avucunda tutan..
Kahramanmaraş gibi..

Tarihi derinliği çok olan, kültürlerin binlerce yıldan ve çeşitlenerek günümüze aktarıldığı topraklarda gezdik günlerce..

Benliğimizi saran binlerce titreşimle..

Binlerce ruh, ruhumuza seslenmeye çalışıyor gibiydi....
Her mozayikte..
Her biçimlendirilmiş taşta..
Her çinide..
Her ibadethanede..
Her eski yapıda..
Hatta  yöre insanının yüz çizgilerinde..
Nemrut Dağı'ndayken ufukta batmaya başlayan günün son ışıklarını  izleyen yüzlerce kişinin suskunluğunda..

Müzeler gezdik..
Adıyaman'da..
Gaziantep'te..
Antakya'da..
Kendisi müze olan şehirlerde..
M.Ö.600,000'den başlayarak buluntuların sergilendiği camekanlarda sergilenen eşyalar gördük..

Şimdi o eşyaların bir başka görünümde yeniden üretilip satıldığını..
Örnek mi?


Adıyaman Müzesi'nde sergilenen ana tanrıça heykelciğinin başının Midyat'ta nazar boncuğu olarak üretildiğini gördük ..

Çocuklar gördük..
Biz gezginleri izleyerek
eğlenen,kendi gündelik yaşam sorunlarını belki birkaç dakika unutan..

Binlerce yıllık geçmişi gururla sergilerken kentin son elli yıllık sürecine de sevgiyle yaklaşan,onları hâlâ gülümseten yerel kişileri de anılarında ve heykellerinde yaşatan kentler ve müzeler gördük..
Adıyaman Müzesi'nin girişindeki heykeller gibi..

Baraj inşaatında çalışırken iş kazalarında ölen işçilerini vefa bilirlikle anıtta tek tek isimlerini yazarak yaşatan kentler gördük..
Atatürk Barajı'nın seyir terasındaki anıt gibi..

Masallarına çeyizlerinde sahip çıkan,nakışlarında yer veren Anadolu kadınları da gördük..

Binlerce yılın ardından sularda yüzen tarihiyle Hasankeyf'i gördük..
Aynı sular baraj gölü olarak çoğalıp kenti yutacak..
Bir günbatımında Hasankeyf'in sularında batan güneşe bakarken bunları düşünüp üzüldük..
"Gündüzü mezarlık,gecesi gerdanlık" diye anlatılan Mardin'i gördük..
Gündüz gözüyle..
Yeşilin az görüldüğü kentte taş evlerin üst üste kaleye kadarki görüntüsü bu sözü doğrulatıyor..
Ama..
Şehrin sokaklarına dalınca da geçmişten gelen yapı ustalığının,bilgi ve birikimin izlerini görüp hayran oluyorsunuz..
Olduk..
Gecesini görecek kadar kalamadık..

Taş işlemeciliğinden telkâri işlemeciliğinin örneklerine pek çok işleme çeşidi ile yöre insanının sanat ve zanaatkârlığa yatkınlığının bugün de sürdüğünü görüp sevindik..
Ününü çok duyduğumuz sıra gecesinden birine konuk olduk..
Fuzulî'nin dizelerinin şarkılarda yaşatıldığını
işitip sevindik..
Harran evlerini belgeseller dışında gözlerimizle gördük sonunda..
Birinin içine girdik,odalarını gezdik,eşyalarını inceledik..
Urfa'da Halilurrahman Camisi'nde cuma namazı vaktini bekleyenlerin oturduğu serin cami bahçesinin
hemen bitişiğindeki medrese binasının kültür merkezi şeklinde dönüştürülüp hizmet vermesini,kütüphane bölümünün gençlerle dopdolu olmasını memnuniyetle gördük..
Halfeti'nin ünlü siyah gülünü göremedik ama şöhretini gördük..
Mor renkli kolonyasını da..
Kolonyasının kokusu da hafızamızda..
Gaziantep'te bir parktaki Göktürk Kitabeleri'ni de unutamayacağım..
Benim için çok güzel bir sürpriz oldu..
Dakikalarca taşları,yazıları inceledim..
Kitabelerin en küçük detayına varıncaya dek birebir  aynı boyutta dikilmesi Antep halkına çok güzel bir hizmet..
Darısı bütün illerin başına..

Bir de Göktürk Kitabeleri'nin dikili olduğu parkın hemen bitişiğindeki 14 Şehitler Anıtı'ndan söz etmek gerek..
Tekrar..
Antep Savunması'nda milis kuvvetlere erzak ve silah götürüp şehre dönerken Fransız askerleri tarafından ,silahsız oldukları halde, kurşuna dizildikt
en sonra bir de süngülenen henüz on dört ,on beş yaşlarındaki on dört bahtsız genç..
Antep Savunması'nı da bu savunmanın isimli isimsiz kahramanlarını da halka anlatmak için her fırsatı kullanan Antep yöneticilerini tebrik etmek isterim..
Tarih bilincini canlı tutmak için çok doğru işler yapmışlar..
Müzeler,anıtlar,parklarla..
Keşke vaktimiz olsaydı da hepsini daha sindirerek gezebilseydim..

Şehirler gördük..
Hatay ya da diğer adıyla Antakya gibi..
Bir yanda antik çağın inanışını,geleneğini yansıtan  bir mezar boy gösterirken diğer yanda İslam anlayışının özelliklerini yansıtan başka bir mezar adeta ona arkadaşlık ediyordu..Az ötede de Habib-i Neccar  Camisi'nin bodrumunda Hı
ristiyanlığın erken dönemlerinden üç azizin mezarlar
ı  Hataylılar tarafından da kutsal gözüyle bakılıp ziyaret ediliyordu..
Çok eleştirilen Hatay meclis binasının sinema salonu olması sorunu giderilmiş,bina şimdi kültür merkezine dönüştürülmüştü..
Müzeye dönüştürülmesini gönülden dilerim..
Daha çok yakışır o güzel binaya..
Ve de Hatay'a..
Akşam karanlığında götürüldüğümüz,dolayısıyla pek tadına varamadığımızHarbiye,yine de çok güzeldi..
Hataylılar için de yakıcı ve boğucu sıcaklarda serin bir nefes olduğunu gördük..
Ve  de güzel ülkemizi bir kez daha sevdik..





























6 Şubat 2019 Çarşamba

Gap' "Gaptık"-28

Hatay ya da Antakya-V

Hatay gezimizin son durakları Uzun Çarşı ve Harbiye..
Habib-i Neccar Camisi'nden hemen Uzun Çarşı'ya geç
tik..
Rehberlerimizin verdiği süre boyunca tarihî çarşıyı gezdik..
Daha önce bir gezi programında bir dükkana misafir olan
program ekibinin görüntülerini izlemiştim..
Şimdi aynı çarşıyı ve dükkanı bu kez kendi gözlerimle gezme fırsatım var..
Baştan sona,sondan başa kadar iki kez çarşıyı dolaştım..
Ağırlıklı olarak yiyecek,ev gereçleri ve konfeksiyon ürünleri satışı yapılıyor..
Antakya halkı kendi ihtiyaçlarını temin etme telaşında..
Biz gezginler de yöresel ürünlerin şaşkınlığı ve tanıma gayretinin içinde çarşıyı doldurduk..
Pekala ne aldın,denirse..
Bir eski kitap dükkanı bulup girdim içeri..
Antakya hatırası olarak okumak üzere,Bekir Yıldız'ın hikaye kitaplarından bir set alıp çıktım..
8 kitap 30 lira..
Eski kitapların yeni baskılarının bulunmadığı günümüzde kitaplığım için güzel bir kazanç oldu..
Hepsini de keyifle okudum..
Akşamın gölgelerinin şehirde uzamaya başladığı saat gelince buluşma yerine yürüdük..
Bu arada Hatay'ın anavatana katılma kararının alındığı tarihî meclis binasını uzaktan ve yakından görme fırsatımız da oldu..
30 Ağustos Zafer Bayramı nedeniyle konulan çelenkler henüz duruyordu..
Atatürk'ün Hataylıları öven sözlerinin yazılı olduğu duvarın önünde..
Bir ara sinema filmlerinin,hem de uygunsuz cinsinden olanlarının,gösterildiği bir sinema salonu olan bu bina,şimdilerde yiyecek içecek sektörünün elinde..
Görünüşte bir kültür merkezi;ancak daha çok lokanta ve kafeterya olarak çalışıyor..
Neden müze yapılmaz,bilinmez..
Sinema salonu iken çok eleştirilmişti..
Eleştiriler haklıydı da..
Şimdi de eleştirilmeli..
Müze yapılıncaya kadar..

Havanın iyice karardığı bu saatte son durağımız Harbiye Şelaleleri..
İyi ama hava aydınlık iken
görseydik keşke..
Hataylılar burayı zaten biliyorlar ve serinlemek için geliyorlar..
Biz ise dünya gözüyle ilk kez,ve belki de son kez,göreceğiz..
Dinleyen yok elbette..
Sanat tarihi uzmanı rehberimiz ayrıldı..
Genç bir kız olan diğer rehberimiz ise sadece bizi eve götürmekle görevli..
Dolayısıyla..
Haydi Harbiyeye..

Doğrusu görülesi bir yermiş Harbiye..
Her yerden fışkıran sular yine her yerden şırıl şırıl akıyor,akıtılıyor..
Kimi yerde renkli ışıklarla etkileyicilikleri arttırılmış..
Bir masal atmosferinde gezer gibi geziyorsunuz..
Gündüzün boğucu nemli sıcağı da gidince gezmek daha keyifli hale geliyor..
Hataylılar her yeri doldurmuş,serinliklerde keyfini çıkarıyor..
Bizimse yarım saatimiz var..
Koşar adım gezip,fotoğraf çekip otobüsle dönüş yoluna geçeceğiz..
Gecenin karanlığı ve ışıklandırmanın yardımıyla görebildiğimiz kadarıyla Harbiye daha ayrıntılı bir geziyi hak ediyor..
Özellikle de gündüz gözüyle..