Bir santim çapındaki böbrek taşı..
14 Şubat'ta ESWL yöntemi ile kırıldı..
Pırlanta olsaydı kaç karat gelirdi bilmem..
Yarattığı sancı ise desibelle ölçülebilecek gibi değil..
Doğum sancısı çekmeyi tercih edenler var..
Öyle şiddetli yani..
On beş gün önce kız kardeşim Elif'te ani başlayıp giderek şiddetlenen ağrıyla kendini belli eden rahatsızlığın,bizim deyimimizle, böbrek taşı olduğu yapılan tetkiklerle ortaya çıktı..
Bu arada meselenin basit ama ağrılı bir sindirim sorunu olduğunu sanan bizleri de fena halde şaşırttı..
En çok da Elif'i..
O şaşkınlık ve çaresizlikle ağrılı üç gün dört gece geçirdi..
Sonra da acil bir taş kırma operasyonu..
14 Şubat günü hastanede çiçekçiler odalara buketlerle çiçek ,kutularla hediye taşırken,Elifcik de böbrek taşı kırma odasında,taşın bulunduğu noktaya yapılan üç bin atımlık seansın bitmesini acıdan dişini sıkarak bekliyordu..
Şimdi de taş düşürme telaşıyla litrelerce su içme derdinde..
Umarım bütün taşları düşürür..
Bir daha da hastalık telaşı yaşamasın..
Dilerim..
Ailece tek üzüntümüz de bu olsun..
Radyoda dinledim.
Unutmamak için buraya da yazıyorum..
Eskişehir'e giden herkesin gördüğü bir hediyelik vardır:
Lüle taşı..
Eskişehir'in sekiz köyünde bu taş bulunuyor ve çıkarılıyormuş..
Yerin kimi kez otuz,kimi kez yüz hatta iki yüz metre altından zahmetlerle çıkarılan bu taş,ustasının elinde hayat buluyor ve pek çok kişinin evine ekmek götürmesini sağlıyor..
Dünya lüle taşı rezervinin üçte ikisi de ülkemizde..
Üstelik yüz yıllardır da tanınıyor ve değeri biliniyor..
Taşı işleyen ustaların büyük bölümü de ,doğal olarak, Eskişehir'de..
Bir usta da İzmir'de..
İmiş..
Anlatıyordu Müşerref Usta..
Her perşembe saat 14.00'da TRT Radyo 1'de yayınlanan Cevahirname programında..
Mobilyacılıkla uğraşırken,bir kez Eskişehir'de bir lüle taşı ustasına denk geldiğini,onu çalışırken izlediğini,sonra eline aldığı bir parça lüle taşını yonttuğunu,kendisindeki hevesi gören ustanın onu yanına çırak aldığını,bir süre sonra memleketine dönerek kendi atölyesini açtığını..
Aradan geçen zamanda iyi bir usta olduğunu ama kendisinden istenen bazı figürleri yapamadığını..
Örneğin devlet başkanları figürü konusunda zorlandığını ve bununla ilgili olarak bir kurs görmesi gerektiğini düşünerek güzel sanatlar akademisine gittiğini..
Akademideki yöneticinin odasına girdiğinde derdini anlattığını;ancak karşısındaki yöneticinin sorduğu tek şeyin "Nereden mezunsun?"olduğunu..
İlkokul mezunu olduğunu duyunca da,sadece lise mezunlarını kabul ettiklerini belirttiğini..
Boynunu büküp geri döndüğünü,devlet adamları figürlerini yine yaptığını ama sadece kendi bildiği kadarıyla ortaya eser çıkarabildiğini..
Anlattı..
Dinlerken içim burkuldu..
Hem de kızdım..
Hem zanaatkar hem sanatkar olarak karşısına gelip yardım arayan bir ustaya yardım etmek yerine başından savan o yöneticiye..
Biraz sonra "Yazıyorum " programı başladı aynı radyoda..
Başka bir anı vardı bu kez anlatılan..
Nazım Hikmet'in içinde yer aldığı bir anı..
Kiev'de Şevçenko Müzesi'ne giden Nazım,müzeyi gezmek için içeri girdiğinde yüksek bir merdiveni çıkması gerektiğini öğrenir..
Çok sevdiği Şevçenko'nun değerli kalemi üçüncü katta sergilenmektedir çünkü..
56 yaşında ve kalp hastası olan şairin bu merdiveni çıkması ise mümkün değildir..
Zaten soluk soluğadır..
Müzenin girişindeki sandalyeye oturarak biraz dinlenmek ister..
Sonra geri dönecektir..
Gezemeden,Şevçenko'nun kalemini göremeden..
Durumu fark eden müze yöneticisi,Nazım'ı selamlar ve beklemesini rica eder..
Az sonra elinde bir kutuyla döner..
Şevçenko'nun kalemini, görmesi için şaire getirmiştir..
Çok şaşıran ve çok da mutlu olan Nazım,oturduğu yerden doğrulur..
Ve dokunur, Ukrayna'nın sembolü bu ünlü özgürlükçü şair ve ressamın kalemine..
Sanki kaleme dokunması için ona uzatan müze müdürü değil,Şevçenko'nun kendisidir..
Ve bir şiir yazar..
Şevçenko'nun Kalemi adıyla..
Taş kalpli ve taş kafalı olmayan bir yöneticinin sevindirdiği bir şairin gönlünden dökülen dizelerdir onlar..
"
....... Kapısından içeri girer girmez/Şevçenko karşıladı beni/Gözlerini görür görmez/Eğildim, öptüm elini/Oturduk aynı sofrada, ekmeğini yedim/Dnepr'in suyunda yüzümü yudum/Ustam, bahtı karalığı bilirsin dedim/Arzettim memleketimin halini/Konuştuk şiir üstüne/Yüreğim gibi dedi, yana yana/Şiir düşmeli, dedi, halkın önüne/Verdi bana kalemini...”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder