25 Mart 2021 Perşembe

Kitap Oburunun Masasından-5

Okumaya devam.. Hele şu günlerde biraz da zorunlu olarak daha çok devam.. Salı günü sabah okula giderken sıfır atık projesi için kaldırıma konmuş olan atık yağ kutusundan sızan atık yağların yağmurla karışarak kaldırımı kaplaması sonucu basıp düşerek kolumda ciddi bir şişlik olunca okuldan sonra eve kapanmak zorundayım bir süreliğine.. Çevreci bir etkinliğin açık bir tuzağa dönüşmesinin kurbanı oldum kısacası.. Durumu belediyeye bildirdim elbette.. Ben de sırüstü düşerek boylu boyunca atık yağa bulandığımla kaldım.. Bir de feci şişmiş ve korkunç morarmış bir dirsekle.. Hava durumu da sağnak yağmurdan kara çevirip ara vermeden yağışlı olunca eve kapanıp kitap başına geçmek iyice zorunlu oldu.. Bunun tek faydası da 565 sayfalık romanı dört günde bitirmek oldu.. Pazar günü başladığım,Yılmaz Karakoyunlu'nun Yorgun Mayıs Kısrakları'nı okuyup bitirdim..
Romanda Adnan Menderes,Berin Menderes,Ayhan Aydan,Suzan Sözen,Nazım Hikmet,annesi Celile Hanım,Yahya Kemal gibi tarihte yer almış kişiler anlatılırken aslında Adnan Menderes'le birlikte Demokrat Parti'nin yükselip düşmesinin öyküsü anlatılıyor.. Hem yazar hem politikacı olarak belgelere dayalı olmayı tercih ettiği de belli.. Konuya olan ilgi ve bilgi açısından farklı duygularla okunabilecek bir roman.. Yılmaz Karakoyunlu da olabildiğince yazar tarafsızlığı içinde ele almış.. Bazı sayfalarda altını çizdiğim satırlar oldu elbette.. Örneğin Nazım'ın yarğılandığı davada askeri mahkemenin başkanı Amiral Hüsnü Gökdenizer'in "Ortada inandırıcı hiçbir şey yok;hepsi safsata.Bu çocuklara yazık ediyorsunuz.Öküz altında buzağı arıyorsunuz."diyerek önce celseyi tatil edip sonra da "Ben vicdan sahibi,haysiyetli bir adamım."sözünün ardından istifa etmesi..(s.260) Yine örneğin Tan Gazetesi baskınında (4 Aralık 1945)Remzi Kitabevi'ne koşarak baskını haber vermeye gelen genç Sait Faik..(s.288)
Ya da Demokrat Parti'nin kurucuları olarak basının önüne geçen Celal Bayar ve Adnan Menderes'in gazetecilerin sorularına verdikleri cevaplar.. (Gazeteci soruyor:"Partinizin CHP'ye göre farklı tarafı nedir?" Celal Bayar cevap veriyor:"Biz demokratız." Adnan menderes ilave ediyor:"İki parmak daha soldayız !") (s.295) Hapisteki Nazım'ın kendisini yavaş yavaş Piraye'den uzaklaşmaya yönelten ya da belki kendini ikna etmeye çalışan düşünceleri mesela.. "Pirayem beni vakarla,vefayla,sadakatle,temkinle,itidalle,alışkanlıkla,haşmetle,akılla,yürekle sevdi.Bunlar şefkatlı bir annenin,sadık bir zevcenin,vefalı bir nişanlının sevgileridir.Beni delicesine canı çekmedi.Piraye bana,bir kere olsun,gözlerimin içine bakarak seni seviyorum demedi." (s.309) Veya af kanunu görüşülürken dönemin Ulaştırma Bakanı Tevfik İleri'nin kürsüde söyledikleri.. ""Nazım Hikmet kupkuru bir Nazım Hikmet değildir.Avrupa'da,Asya'da,Amerika'da,dünyanın neresinde bir komünist teşekkül varsa,hepsi Nazım için bayrak açmıştır.Türk hükûmetinden 'Nazım'ı alacağız.'demektedirler.Biz saf ve temiz kalbimizle acıyarak bu adamı çıkarttığımız gün,bütün komünist cihan,'Nazım'ı ellerinden aldık.'diyeceklerdir."(s.345) Bunun üzerine Nazım'ın af kapsamı dışında bırakılması.. Ve de Köy Enstitüleri'nin kurucu ismi,bir dönemin İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç'un söyledikleri.. "Atatürk ihtilali yaşıyoruz.Her insanımızı kullanacağız.Hangi tecrübenin,hangi hizmetin içindeyse,o tecrübeye,o hizmete göre değerlendireceğiz.Geçmişte hoşlanmadığımız şeylerin faili gibi gördüklerimiz,bugün hoşlandığımız hizmetlerin amiri gibi başımızda bulunabilir.Ve biz o hizmeti mükemmel yapmanın sorumluluğuyla harekete mecburuz." Tonguç,bunları söyledikten sonra elişi kağıtlarından yaptığı bacalı küçük bir vapuru Şevket Süreyya'ya uzatır ve ekler:'Bu ihtilal bu vapurla başladı ve hâlâ sürüyor." (s.429) Hele Yahya Kemal'in gençliğinde eğitim için gittiği Paris'te bütün anarşi mitinglerinde sokaklarda avaz avaz bağırarak çığırtkanlık yapması ve o sırada eleştirdiği bir DP politikacısının kendisini bununla yüzlemesi..(s.461) 6-7 Eylül Olaylarını komünistlerin suçu diye aktaran ve namlı komünistleri tutuklamak için bahane olarak kullanan DP hükûmetinin başında bulunan ve dönemin başbakanı olan Adnan Menderes'in bir parti toplantısında sarfettiği ünlü sözü.. "Arslanlar gibi insanlarsınız...Siz isterseniz hilafeti bile getirebilirsiniz...Size layık olmaya çalışacağım..." son olarak İsmet İnönü'nün eşi Mevhibe Hanım'a söyledikleri.. "Biliyor musun Mevhibe!Kırk yıldır Meclis'teyim.Benden kıdemlisi yok.Çok vasıflı adamlarla mücadele ettim.Kimi beni yendi,kimini ben yendim..Ama gündüzleri gırtlak gırtlağa döğüşüp,geceleri hayranlıkla takip ettiğim tek kişi vardı:Şükrü Kaya..Onu tâ Lozan günlerinden tanırım.." İsmet İnönü bundan sonra Şükrü Kaya'nın eser çevimedeki başarısına geçer.. "Ben Fransız İhtilali'ni Şükrü Kaya'nın dilinden öğrendim." Mevhibe Hanım da altta kalmaz. "Ben de Robinson Crusoe'yi..Ne kadar nefis bir tercümeydi.Kendi yazmış gibi lezzet veriyordu." Yazar sonra şu satırlarla devam ediyor:"İsmet Paşa,Yunan tarihini de Şükrü Kaya'nın tercümesinden öğrenmişti.İktisat tarihini okuduğu akşamlar bunun basit bir tercüme olmadığını,Şükrü Kaya'nın derin bir kültür ve tecrübe bileşkesinde doruklaştığını görmüştü.Böyle bir iftiharı da sıraladıktan sonra kendi ahlâkının disiplinini de açıkladı:'Ama Şükrü Kaya kadar sert mücadele ettiğim hiçbir siyasetçim olmamıştır.Dahiliye vekili değil,adeta başvekildi...Bonunda ben kazandım.Siyaset safından attım.Ama ona duyduğum saygı ve hayranlık her zaman arkadaşlık gururum olmuştur.Hâlâ nadir duyulan taze bir sevgiyle anarım.' " Böyle kitaplar yazabilen politikacılarımızın ve kültürlü siyasetin seviyesinin artacağı dönemlerin yaşanacağı günler dilemekten başka ne söylenebilir ki..

22 Mart 2021 Pazartesi

Kitap Oburunun Masasından-4

Oburluk çok fena.. Birini bitirip ara vermeden diğerini alıyor insan hemen eline.. Neredeyse nefes nefese kitap sayfalarının arasına gömülüp, her seferinde yeni bir dünyanın içine dalıyorum.. Hafta sonuna girmeden elimdeki bir özel çalışmayı bitirdim.. Etem Tem'in anılarını okudum.. Kurtuluş Savaşı'mızın ünlü fotoğrafçısı Etem Tem ölmeden önce eline kalemi almış.. Çok da iyi etmiş.. Kurtuluş Savaşı ve sonrasında Atatürk'ün en yakınında bulunanlardan biri olarak O'nun da fotoğraflarını bol bol çekme imkanı bulmuş elbette.. Hatta çektiği pozlardan biri çok da ünlü.. Hani Büyük Taarruz'un başında,Kocatepe'de,Atatürk düşünceli bir vaziyette yürürken,başparmağı dudaklarının arasında.. Kitapta Etem Tem'in Osmanlıca yazdığı anıları,yeni harflere çevrilmiş,orijinalleriyle yan yana basılmış.. Etem Tem'in çektiği fotoğraflardan da bol bol örnek konmuş.. Savaş yıllarının yoklukları arasında yapılan fedakarlıklar ve feragatlere bir örnek de bu açıdan.. Okurken duygulanıyor irsan doğal olarak.. Önce Etem Tem'in Atatürk hakkında konuşurkenki incelik ve saygısına.. Sonra minik bilgi kırıntıları içinde Atatürk ile ilgili yeni bilgilere.. Mesela daha önce görmediğim, Alagöz Köyünün bir fotoğrafı altında yazan;kaburga kemiklerinin üzerine koyduğu eliyle,Atatürk'ün,İsmet İnönü'ye tahsis edilen eve gecenin geç saatlerinde gidişi ve orada harita üzerindeki çalışmalarının ne zaman bittiğini,onların her anını gözleyenlerce hiç bilinemediği,yani masada harita başında sabahladıkları ve bu durumun birçok defa tekrarlandığı ifadesi.. Kendisi hakkında,Eskişehir'de basılan tezyifatla dolu yazılar ve şiirler yazan(Hüsnü Yusuf adlı vilayet matbaası müdürü de olan gazeteci bir zat,Yunanlılara casusluk yapacak ve savaştan sonra da Yunanlılarla birlikte çekilip gidecektir.)Hatif adlı gazetedeki hicvi defalarca okuyup içerleyecek kadar alıngan ama bunu belli etmeyecek kadar kendine hakim Atatürk'ün yine gazetede okuduğu bir haberde,Yunan ordusu komutanı Hacıanesti'nin "Anadolu'yu gezdim.Mustafa Kemal adında birini görmedim."sözüne de takılması ve Büyük Taarruz'da Kocatepe'de birkaç kere "Hadi bakalım Hacıanesti !" diye kendi kendine söylenerek o kayalar arasında gezinmesi.. Sabaha karşı saat 05.30'da topçu atışlarıyla başlayan Büyük Taarruz'u komutanlarıyla birlikte Kocatepe'den izleyen ve sürekli gelen raporlara yeni emirler ekleyen Atatürk'ün öğleden sonra yaveri Salih'in bulup getirdiği bir dilim karpuzu,siper duvarının dibine çömelmiş yerken,fotoğraf makinesi elinde karşısında duran Etem Tem'e,gülerek "Çek bakalım,böyle iyi !"deyip bir elinde karpuz dilimi,diğer elinde bir parça karpuzla fotoğrafını çekme izni vermesi.. Etem Tem'in Büyük Taarruz sürerken çektiği bu fotoğrafları İzmir alındıktan sonra girdiği şehirde Rum bir fotoğrafçının dükkanına bırakıp çıktıktan sonra tekrar şehre döndüğünde başlayan büyük yangında o dükkanın da yanması üzerine elindeki birkaç fotoğraf dışında hepsinin yanması.. Her şeyi düşünen Atatürk'ün,"Bu ölüm kalım savaşında yanımızda bir harp fotoğrafçısı götürelim.Böyle birini bulun."demesi üzerine Etem Tem'in zaten elinde fotoğraf makinesi ile geldiği orduda hemen istihbarat dairesine ayrılıp savaşın bütün anlarını çekmekle görevlendirilmesi.. Yeditepe Üniversitesi yayını olan eser,yakın tarihimizin önemli bir sürecini ve en yakın tanığının anılarını ve bizzat çektiği fotoğrafları sunması bakımından iyi ve ilginç bir okumaydı.. Emeği geçenlere teşekkür ederim..
Etem Tem'i bitirip sahibine iade ettikten sonra o akşam başladığım kitap David Leavitt'in Otel Francfort'u oldu.. Okul kütüphanesine aldığımız kitaplardan biri de bu.. Ben de aldığımız kitapları sıraya koydum,okuyorum.. Kitap oburluğum biraz da bundan.. Otel Francfort,Hitler belasından kaçmak zorunda kalan Musevi kökenlilerin Avrupa'dan çıkış noktalarından biri olan Lizbon'da geçiyor.. Her ikisi de Amerikalı olan Pete ve Julia Winters çifti bunlardan birileridir.. Pete,kardeşi sayesinde,bir Amerikan otomobil firmasının Paris temsilciliğinde çalışmaktadır.. Karısı Julia ise Paris'ten başka bir yerde yaşayamayacağını düşünecek kadar Paris'e düşkünü bir ev kadınıdır.. Her şey yolunda giderken Hitler'in başlattığı savaş Fransa'yı da işgal ederek burunlarının dibine dayanınca kaçmak zorunda kalmışlardır.. Çürkü Julia Musevidir.. Lizbon'da onları Amerika'ya götürecek gemiyi beklerken önlerinde birkaç gün vardır.. Ancak Julia Amerika'ya dönmemeye kesin kararlıdır.. Pete ise her aklı başında koca gibi karısının esenliğini düşünüp,onu eve,Amerika'ya dönmesi için ikna etmeye çalışmaktadır.. Bu arada kendileri gibi gemi bekleyen bir başka çiftle tanışırlar.. Edward ve İris'le.. Başlangıçta zorunlu bir vakit geçirme,ahbaplık kurma olarak başlayan ilişkileri zamanla Pete ve Edward'ın yakınlaşmaları nedeniyle gerginleşir.. Asıl sorun ise Julia'nın giderek gerginleşmesidir.. Sonunda gemi geldiğinde bu dört kişiden biri intihar ettiği için,biri son anda geride kalıp Musevilere yardım edenlerle işbirliği yapmak için gitmeyecek;sadece iki kişi gidecektir..

19 Mart 2021 Cuma

Bir Yanımız Bahar Bahçe

Her an yeni bir haberle sarsılan memleketimizde en çok sarsan haber şehitlerimiz elbette.. Her birinin haberini duydukça ailelerinden biri gibi ( kocaman bir Türkiye ailesinin fertleri değil miyiz hepimiz zaten?)yürekten üzülüyoruz.. Hele Şehitler Haftası ve Çanakkale Zaferi'ni Anma Haftası'nda konu daha bir duygulu hale geliyor.. Dün şehir mezarlığındaki şehitliğin ziyaretçileri çoktu.. Çokmuş.. Öğleden sonra mezarlık ziyaretinde gördüm.. Her birinin mezarlarına üçer beşer kırmızı karanfil bırakılmıştı.. Bugün yerel haberleri okuyunca gördüm.. İlçemizdeki bir süpermarketin şehitliğe ziyaretinin hediyeleri imiş.. İlk defa tanık olduğumu bir uygulama.. Umarım daha büyük etkinliklerde devamı gelir.. Çünkü şehitlik her anma yıldönümü öncesi temizlenir,bakımı yapılırdı.. Bu sene bu yapılmadı ne yazık ki.. İlgililer unuttu,görevliler yapmadı ve iki gün sonra solup çöp olacak kanfillerle mezarlar üzerlerindeki ayların tozu, üstlerindeki çamlardan yağmur gibi yağan çam iğneleri,kırık bayrak direkleri,kenarından köşesinden sıvaları dökülüp düşen mermerleri ile olağan görüntülerine devam edecekler.. Buraya koyduğum fotoğraf internette yer alan bir fotoğraf.. Şehrimizin şehitliğinin görüntüsü değil..
Bizim şehitliğimizde bayrak direğinin hemen arkasında kalender bir badem ağacı var.. Şehirdeki bütün badem ağaçları gibi o da çiçeklendi.. Bütün cömertliği ile bu bakımsızlığın önüne bir perde çekiyor kokusu ve pembe çiçekleriyle.. Şehit mezarlarının üzerindeki daha önce ailelerinin diktiği nergisler,sümbüller,laleler açmaya hazırlanıyor yavaştan.. Şehrin her tarafındaki bahçelerde olduğu gibi.. Hele yolumun üzerinde bir badem ağacı var.. Gelin gibi donandı..
Bahar geliyor çiçekleri,kokularıyla.. Hayat devam ediyor bütün canlılığıyla ve umursamazlığıyla..

Kitap Oburunun masasından-3

Okuma iştahı yerli yerinde maşallah.. Önce Marjan Kemali'nin kırtasiye Dükkanı'nı bitirdim.. İran edebiyatından güzel bir örnekti.. 50'lerdeki İran'ın,şah zulmüne karşı demokrasi yanlılarının gösterilerinin fonda anlatıldığı kitapta, ön tarafa yerleştirilen Behman ile Roya'nın İran'dan başlayıp Amerika'da sonlanan hüzünlü aşk hikayeleri bir solukta,yani iki günde,bitti.. İran sinemasını da TRT 2'deki filmlerden takip etmeye çalışıyorum.. Bizim sinemamıza göre daha ilginç bulduğumu da eklemeliyim.. Edebiyatı da öyle.. Hem bildiğimiz hem de bazı yönlerden bize yabancı bir ülkenin insanlarını,dünyalarını anlatan bir kitap olarak beğendim..
İkinci kitap,Kemal Tahir'in Kurtuluş savaşı üçlemesinin ikincisi Esir şehrin Mahpusu oldu.. Okul kitaplığında yazarın bütün eserlerini almak akıllığını göstermiş ama bazılarını bulamamıştık.. Bu da eksik olanlardandı.. Bulunca kaçırmadık.. Varlıktan darlığa düşmüş Kamil Bey'in,işgal yıllarındaki İstanbul'da,Kuvayı Milliye'ye katılıp Anadolu'ya silah ve istihbarat temin edenler grubundan biri olarak yakalanıp hapsedilmesi bu bölümün konusu.. Kamil Bey,bir bayram arifesi başka bir cezaevine sevk edilir.. Başlangıçta siyasi suçluların arasına konmaz.. Olaylar da böylece gelişir.. Kemal Tahir, iyi bildiği hapishane hayatını bütün ayrıntılarıyla,hatta bazen biraz fazlaca anlatarak işliyor.. Kamil Bey,karısının kendisini ziyarete gelişlerindeki ürkekliğin yerini giderek aldırmazlık alınca,hele de işgal kuvvetlerinden Fransızların ulusal günlerinde,Fransız Konsolosluğunun maskeli balosuna katıldığını öğrenince onu boşayıp hayatına devam etme kararı verir.. Devamı üçlemenin son kitabı yol Ayrımı'nda.. Daha önce okumuştum ama şimdi tekrar okuyacağım..
Şimdi elimde birkaç yıl önce okuduğum,ama şu sıralar bütün kitaplarını elden geçirdiğim Ayfer Tunç'un Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Tarihi var.. Kalın ama bitmesinden korkarak okuduğum kitaplardan biri daha.. Ayfer Hanım bir kovadan dökülürcesine gürül gürül anlatıyor.. O derece akıcı ve sürükleyici ki.. Üstelik birçok yerde kıkırdayarak okumaktan kendisinizi alamıyorsunuz.. Karadeniz'deki bir ilde yer alan bir akıl hastalıkları hastanesinin yapılışı,daha doğrusu bir küçük şehir hastanesi olarak yapımına başlanıp da bir türlü yapılamayış öyküsü; sonra evrilip akıl hastalıkları hastanesi olarak yeniden planlanışı ve bu olaya dahil olan müsteşardan mimara,başhekimden hemşirelerine,doktorlarından hademelerine,şehir halkından hastalara;konu ile bir şekilde ilgisi olan herkesin olaya dahil edilmesiyle birlikte roman gözünüzün önünde bir ağacın büyüyüp dallara,filizlere,yapraklara,yaprakların kılcal damarlarına kadar görüntülenmesi gibi bütün ayrıntıları ile anlatılıyor.. Öyküler iç içe geçiyor.. Her biri birbirinden ilginç kişilerle Türkiye'nin de panoraması çekiliyor adeta.. Ya da kafa filmi mi demeli ?..
Henüz yarısındayım.. Bu da epey neşeli okumalar beni bekliyor demektir..

11 Mart 2021 Perşembe

Kitap Oburunun Masasından-2

Hafta sonunda başlayıp bitirdiğim kitapların biri kısa bir roman olan 'Aziz Bey Hadisesi' oldu..
Ayfer Tunç'un bu romanında da anlatım ,artık bildiğimiz üzere, hayat yolunun yorgunlarından bir kahramanın üzücü,ezici hikayesine dayanıyor.. Annesine zulmeden babasıyla zıt giden,annesinin gözbebeği olan,ama bir baltaya sap olamayan Aziz ,güzel,her görenin hayran kaldığı bir delikanlıdır.. Okuldan sıkılır,çalışma hayatından sıkılır.. Sıkılmadığı şey arkadaşlarıyla meyhanelerde eğlenmektir.. Dedesinden kalan ve kendi kendine öğrendiği tamburla bu eğlencelerde aranan bir insandır.. Sevdiği Maryam'ın ailesiyle birlikte göçtüğü Beyrut'tan yazdığı ısrarlı aşk mektuplarından birindeki çağrıya,babasının bir kavga ardından onu evden kovmasıyla uyar ve Beyrut'a gider.. Parasız pulsuz çıktığı bu yolculuk öncesinde bilmediği bir şey de, oğluyla kocasının kavgalarını yüreği ağzında izlemek zorunda kalan çaresiz annesinin,evden kovulan oğlunun kapıyı vurup çıkışının ardından yığılıp kalması ve son nefesini vermiş olmasıdır.. Aziz dilini bilmediği o memlekette araya araya Maryam'ı bulur.. Çok mutlu üç gün geçirirler.. Sonra Maryam ortadan yok olur.. Aziz'e doymuştur.. Zaten Aziz'den çok aşkın kendisine âşıktır.. Ortada kalan Ziya,kederini yanındaki dede yadigarı tamburuna döker.. Sesi işiten otel katibi de onu Beyrut'taki başka bir kaçakla tanıştırır.. Türkiye vatandaşı bir ermeni,işlediği suç üzerine soluğu Beyrut'ta almış,burada bir meyhane işletmektedir.. Hem anadilini konuşan hem de karnını doyurabileceği iş verecek bu adamla dost olurlar.. Ancak memleket özlemi ağır basar.. Biriktirdiği parayla bilet alabilecek hale gelir gelmez İstanbul'a döner.. (Aziz ile ermeni arkadaşının karşılaşmalarının anlatıldığı sayfalar bana Refik Halit'in pek ünlü Eskici öyküsünü hatırlattı bana,aynı insanın içini sızlatan yurt ve anadil özlemi..) İlk olarak evine gider.. Çaldığı kapıyı açan babası aynı hızla suratına çarpar.. Komşulardan annesinin onun evi terk ettiği gün öldüğünü,babasının buna kahrederek evden neredeyse hiç çıkmadığını öğrenir.. Kapının önünde günlerce beklese de babası onunla konuşmaz.. Mecburen bir pansiyon odası kiralar.. İş konusunda da tembelliği,keyfine düşkünlüğü nedeniyle yine sorun yaşar.. Sonunda hiç aklında yokken yine tamburuyla sahneye çıkma teklifiyle karşılaşır.. Sadece eğlenmek için çaldığı bir enstrümanla sahneye çıkmak ona başta garip gelse de çaresizlikten başlar.. Sonra da olağanüstü bir tambur üstadı olarak ün kazanır.. Bu arada pansiyon sahibinin sessiz,utangaç,içli yeğenini tanıyınca onunla evlenir.. Böylece bakımsız kalmayacaktır.. Ancak kızcağızın kalbini kırmaktan başka bir şey yapmaz.. Babasının annesine yaptığını,o da karısına yapmaktadır ve bencilliğinden dolayı bunun farkında bile değildir.. Karısı sonunda hastalanıp ölür.. Aziz'in aklı başına gelmiştir ama geç kalmıştır.. Pişmanlıkla dolup taşan Aziz,sahne aldığı eğlence yerlerinde sadece kendi kederine gömülüp,neşeli şarkılara yüz vermeyince sonunda bir gün patronu tarafından tartaklanarak dışarı atılır.. Kibirli,mağrur Aziz Bey,bunu kaldıramayacaktır.. Heba olan hayatlara bir tane daha eklenir böylece.. Ayfer Tunç'un ısrarla ele alıp işlediği bu tipleri ve bunların hayatlarını, akıcı anlatımı sayesinde su gibi okuyup iki saatte bitirdim.. Sonra da aynı kısalıktaki Peride Celal'in Melahat Hanım'ın Düzenli Yaşamı'nı aldım..
Edebiyat dilini sevdiğim Peride Celal,bu kitabında çevremizden tanıyabileceğimiz çeşitli insanların yaşamlarından pencereler açarak öyküleştirmiş.. Kocasını yitirip dul kalan kadın,temizlikçi kadın,evinde yalnız yaşamak zorunda kalan yaşlı kadın,eski aşkıyla yıllar sonra karşılaşan kadın gibi çoğunlukla kadınların dünyaları,yine bir kadının incelikli ama biraz da hınzır anlatımıyla hayat bulmuş.. Bu kitap da iki saatte bitti.. Sabahı böylece Hodan'ın sonu,iki kısa kitabın tamamı ile bitirip öğleden sonra,Refik Halit'in Dişi Örümcek'ini elime aldım..
Refik Halit her türden kitap oburunu kolayca tatmin eden bir yazar.. Bunun bilinciyle ve keyifli bir okuma olacağının beklentisiyle ilk sayfayı açtım.. Tam tahmin ettiğim gibiydi.. İki günde okuyup bitirdim,, Ellilik,müzmin bekar,evlilik düşmanı Hayati Bey ile delifişek,ele avuca sığmaz,yaramaz mı yaramaz,üstelik üç koca eskitmiş,iki de çocuklu olan dilber Nurper'in öyküsünü.. Kahire Konsolosluğunda viskonsül yani konsolos yardımcısı olan Hayati Bey,şehre ve konsolosluğa yeni gelen katibi karşılamaya vapura gittiğinde adamın yanındaki silik kadının hayatını rasıl değiştireceğinin henüz bilmemektedir ama çok yakında tüm hayatı alt üst olacak,hatta kadın kocasından ayrılıp onunla evlenecektir.. Ama ne maceralardan sonra.. Kendisi de 15 yıl Beyrut,Lübnan'da ve civar topraklarda yaşamak zorunda kalan yazarın,memlekete döndükten sonra kaleme aldığı aşk ve macera romanlarından bir örnek.. Hayati Bey kendisi olmalı;Nurper de hayalindeki kadın tipi.. Zira aynı kahramanları farklı isimlerle farklı romanlarda okuyup duruyoruz;ama ne lezzetlerle.. Kendisini okutuyor muhterem.. Keşke daha çok yazsaymış.. Bugün için biraz eski moda ama hâlâ güzel kitaplar.. Benim elimdekinin baskısı da eskiydi.. Kapağı da o dönemde elle çizilen emek ürünü kapaklardan..

9 Mart 2021 Salı

Kitap Oburunun Masasından-1

Önce Esra Türkekul'un 'Kapalıçarşı Cinayeti'ni bitirdim.. Hafta sonu için eve götürdüğüm kitapları bitirince, evde olan ve daha önce okuduğum bu kitabı tekrar elime aldım..
Zaten çabucak bitti,part time rehber ve tercüman Berna'nın istemeden karıştığı ve çözümünde de büyük katkı sağladığı cinayetin romanı.. Cinayet romanı olmasına rağmen; kendisiyle hiç barışık olamayan,annesiyle sürekli takışan,üstelik ağzı biraz bozuk olan Berna'nın ağzından anlatılan romanı kıkırdayarak okurken birkaç keyifli saat geçirmiş de oluyor insan.. Daha ne olsun !.. Yazarın ikinci kitabı Cadıbostanı Cinayeti'ni heniü alamadık.. Umarım onu da alıp okumak kısmet olur.. Asıl mümkün olamayacak ise Esra Türkekul'un artık hiç yazamayacak olması.. Acı kader,ne diyelim.. Sonra yeni aldığımız kitapların okunmasına geldi sıra.. İlkin Doğan Yarıcı'nın 'Terk Edilmiş Sofralar-1 Hodan' adlı romanını elime aldım.. Üçleme olarak tasarladığı romanının ilkini ..
.. Hodan( yani Hasan) adını bilmediğimiz uzak bir dağ köyündendir.. Yazar adını vermediği bu köyden çok köyün insanlarını, en çok da Hasan'ın annesini,babasını,halasını,eniştesini anlatarak başlıyor romana.. Askerdeki babasına bir mektup yazarak annesine iftiralar atan halası yüzünden babasının eve boş kağıt göndererek annesini boşaması üzerine annesi evi terk etmek zorunda kalıyor.. Terhis olup eve gelen baba da oğlunu evden uzaklaştırıyor.. Önce bir değirmencinin yanına veriyor.. O ölünce de bir çiftçinin.. İlk çalıştığı yerde çocuk yaşta olmasına rağmen yemek yapmayı,ekmek pişirmeyi,hamur açmayı öğrenip bunda ustalaşıyor.. Bu hüneri yıllar sonra onun çok işine yarayacaktır.. İkinci yerinde ise hiç bilmediği aile şefkatini buluyor.. Aradan geçen zamanda büyüyor.. Askere gidiyor.. İstanbul'daki askerliği sırasında 6-7 Eylül olayları meydana geliyor.. O ve birkaç askerle başlarındaki komutanları iki gün boyunca olayların tam merkezinde kalıyorlar.. Hasan bu sırada yaşanan felaketin boyutlarını görüp dehşet içinde kalıyor.. Ancak onların bunun üzerine konuşmaları söz konusu değildir.. Aldıkları emri yerine getirmekten başka bir şey yapmazlar.. Bu olaylar bittikten sonra askerliğinin geri kalan iki buçuk senesini takamlamak için Ankara'ya sevk ediliyor.. İstanbul'daki gizli görevi nedeniyle de bir komutanın 'posta'sı oluyor.. Köyündeki yaşamdan sonra kent yaşamındaki insanların ev içi hallerine paşasının evine gide gele tanık oluyor.. Bu arada ilk çocukluğundan beri görmediği annesi onu arayıp buluyor.. Ana oğul yıllar sonra yeniden yakınlaşıyorlar.. Ancak bir süre sonra annesi tatsız bir haber veriyor.. Kendisine bir demiryolu işçisi talip olmuştur,o da bunu uygun karşılamıştır.. Hasan karşı koyar,hiç değilse terhis olana kadar beklemesini ister ama bir hafta sonu evine gittiğinde annesi evi boşaltmış,yeni evlendiği adamın evine gitmiştir.. Kırılır,annesini siler gönlünden.. Terhis olunca gidecek yer bulamaz.. Babası delirip ölmüş,halası buna dayanamayıp kendini asmış,eniştesi ölmüştür.. Onu sahiplenecek tek aile o çiftçi ailesidir.. Onların arazisi de baraj altında kaldığı için İstanbul'a göçmüşlerdir.. Hasan da yine İstanbul'a bu kez yaşamak için gider.. Aileyi bulur.. Ailenin resi ölmüş,karısı iki çocuğuyla kendisini geçindirmek için çalışmaya başlamıştır.. Hasan'ı da bağrına basar.. Ona işler bulur.. Çünkü Hasan gönlündeki gibi bir iş arar ama kendisine analık yapan kadının da sözünden çıkmaz.. Sonunda gönlüne göre işi bulur.. Bir Rum olan Stavro'nun pastanesine çırak olarak girer.. Böylece ustası olduğu hamur yoğurma,yufka açma dünyasının içine dalar.. Çok mutludur ama ana bellediği kadın mutlu değildir.. O Hasan'ın bir devlet dairesinde çalışmasını,maaş garantili bir işte olmasını istemektedir.. Ankara'daki paşa da emekli olmuş,İstanbul'a yerleşmiştir.. Hasan'ın onu ziyaret etmesi için zorlar kadın;hatta birlikte giderler.. Paşa'nın sayesinde Kartal Devlet Hastanesinde vasıfsız işçi olarak başlar çalışmaya.. Tam 35 yıl bu kurumda çalışacaktır.. Anne bildiği kadın artık mutludur ama Hasan değildir.. Bir süre temizlik hizmetlisi olarak çalıştıktan sonra hastanenin mutfağından içeri girer.. Yine en sevdiği yerdedir.. Hatta o kadar ki,hastanede düzeni değiştirir,lezzetli hasta yemekleri çıkarıp hasta memnuniyetini arttırarak hastanenin seviyesini yükselttirir.. Bu sayede bütün mutfak personeli ödüllendirilir.. Bu arada evlenme çağındadır artık.. Yine ana bellediği kadın kolları sıvar ve onu görücü usulüyle göçmen bir ailenin diayetli kızı Selime (Sede) ile tanıştırır.. Birbirlerini beğenirler,evlenirler.. İki de çocukları ve uzun, çok mutlu bir hayatları olur.. Ta ki Selime o amansız hastalığa tutulana kadar.. Hodan çok güzel bir kitap.. Özellikle yazarın incelikli anlatımı,o çok özlediğimiz edebiyat tadını doya doya veriyor.. Çok beğenerek okudum.. Üçlemenin 2. ve 3.sü de yazılır ve okuruz umarım..

2 Mart 2021 Salı

Daha Ne Kadar Kitap

Sonuna kadar.. Okumaya devam.. Hele de televizyonda dişe dokunur bir şey yoksa.. Televizyonun mavi ışığının anlamsız görüntülerinde konserve hayallerle vakit kaybetmektense güzel bir kitabın satırları arasında kendi hayallerinin ışığını takip et.. Deyip birkaç kitap daha bitirdim.. Hatta hızımı alamayıp çabuk bitirdiğim için evdeki kitaplardan birini tekrar elime almak zorunda kaldım.. Bu sabah, sonunda açılma kararı verilen okuluma gelip 7 derse girdikten sonra okuyacağım kitapları seçmeye girişeceğim.. Ama önce okuduklarımın hesabını vereyim.. Gencoy Sümer'in üç kitabını bitirdim: Feneryolu Cinayeti
Mavi Kolye
Göl Kıyısındaki Ev
İlk ikisi roman.. Sonuncusu hikaye.. Hepsi polisiye veya gerilim(si).. Velinimet Kırtasiyesi'nde pek beğenmemiş,biraz fazla basit bulmuştum.. Ama romanları fena değildi.. En azından sürükleyici idi.. Aralara attırdığı tuhaf basitlikte cümleler olmasa iyiydi bile diyeceğim.. Mesela mı?.. "Boş bir kutu sessizliğinde oturuyordu." mesela.. Bunun gibi birkaç cümle daha var ki,okuyunca, nasıl yani,diyor insan.. Bu arada romanlarda yaratılan özel dedektif Kerim Ülkü tiplemesi fena değil.. Biraz Hercule Poirot'yu andırmıyor değil ama.. Yine de,Ahmet Ümit'in başkomser Nevzat'ı gibi birkaç romanda daha karşımıza çıkarılabilirse Gencoy Sümer'i de daha sevilebilir bulabiliriz.. Kısaca,polisiye romanlar iyiydi.. Hikayeler vasattı.. Kan Kokusu dışında.. Bitirdiğim son kitapsa Gökçer Tahincioğlu'nun Kiraz Ağacı oldu.. Cezaevlerinde tek kişilik hücreler sistemine geçileceği dönemdeki ölüm oruçlarını o dönem haberlerinden takip etmiştik.. Bu olaylara karışmış gençlerin ikisinin hikayesinden bakarak anlatan bir roman Kiraz Ağacı.. Ölüm oruçlarına yatan ve çok uzun süren bu eylem nedeniyle(300 günden söz ediliyor kitapta)ölümden son anda döndürülen gençlerin bu kez de Korsakoff Sendromuyla karşı karşıya kalmaları işleniyor.. Yani hafızasının çoğunu,bir kısmını veya hepsini kaybedenlerin öyküsü.. Dönemin gerçeklerinden de yararlanıldığı için iç burkan bir romandı..