Tiyatro sezonunun sonundaki turneler bölümünün ikinci oyunu..
Trabzon'dan Ankara'ya konuk gelen topluluk bize Yves Jamıaque'ın bu oyununu sundu..
Hafta sonu bayram trafiğine kalma korkusundan çarşamba günü gidip izledim..
Hüseyin Mevsim'in çevirdiği oyun Vladlen
Alexandrov'un ellerine teslim edilmiş..
Onun biçimlendirdiği şekilde sahnelenmiş..
Yabancı bir bakış açısı hissediliyordu,diye başlayayım..
Dekor enteresandı,örneğin..
Kocaman bir yuvarlak masa sahnenin ortasına konmuştu..
Başka bir dekora da gerek ve yer kalmamıştı..
Belki on iki kişi rahat rahat sığardı o masanın çevresine..
O kadar büyüktü..
İnsanlar onun yanında küçülüyordu..
Belki de bunu vurgulamak istedi yönetmen,bilmiyorum..
Altı kişilik oyuncu kadrosu vardı..
Kendisine parayla tutacağı aile donatmak isteyen bir adam..
Parayla tutulup eş rolü verilen bir aktris..
Yine parayla tutulup evin kızı rolü verilen gazete satıcısı ve aynı zamanda eskortluk yapan bir genç kız..
Para karşılığı dostluk rolüne razı olan genç,parasız bir ressam..
Böylece üç kişilik bir aile ve aile dostu hemen rollerine giriyorlar..
Genç kızın sevgilisi de sonradan olaya dahil oluyor..
Bir de aktrisin annesi..
Bu kadar insanı çevresine toplayan adamın tek bir isteği vardır:
Kendisi gün boyunca mesaide olacaktır..
Akşam evine geldiğinde karısı,kızı ve dostu evde olacak,ona gerçek bir eş,evlat ve dost gibi davranacaklardır..
Ancak bir koşulu daha vardır:
Parayla tutulan bu kişiler bu rolü yerine getirirken kendi kişiliklerinden de sapmayacak,gerçekçi ve dürüst olacaklardır..
Başlangıçta kıvıramazlar,parayla tutulan sahte aile üyeleri..
Sonra giderek ısınırlar rollerine ve adamı gerçek koca,baba,dost olarak benimserler..
Hatta gitmek istemezler..
Ancak bilmedikleri bir gerçek vardır..
Evin babası olan adam zengin biri değildir aslında..
Bir şirkette muhasebecidir sadece..
Zimmetine para geçirmiştir..
Sahicilik,dürüstlük,dostluk,sevgi ararken kendisi de pek dürüst davranmamıştır..
İki perdelik,iki saatlik oyunda işlenen konu buydu..
Sahteliklerle,aldatmalarla dolu modern dünya..
Sahicilik ve içtenlikli bir aile ve dost çevresi arayan insan..
Ancak oyun biraz yabancı ve uzaktı..
Belki yönetmenin bakış açısındandır,diyeyim..
Belki de hem yazan hem yönetenin yabancı oluşundandır,bilemiyorum..
Oyuncular ise iyiydiler..
Ellerinden geleni yaptılar..
Bütün oyunculara şarkı söyleme imkanının tanınması da güzel bir düşünce olmuştu bence..
Böylece bütün hünerlerini gösterme fırsatı sunulmuş kendilerine..
Oyuncu hem şarkı söyleyebilmeli,hem dans edebilmeli denir hep..
Burada da bunların hepsini yer veren bir anlayış izlenmiş..
Ama bize ait olan bir sıcaklık yoktu..
31 Mayıs 2019 Cuma
27 Mayıs 2019 Pazartesi
Dördüncü Ay
Konya Devlet Tiyatrosu'nun oyunu..
Geçen hafta Ankara'ya turneye gelmişlerdi..
Ben de cumartesi gidip izledim..
Tek perdelik bir oyun..
Konu hakkında verilen özeti okuyunca dramatik bir oyun izleyeceğimizi anlamıştık..
Öyle de oldu..
İsveç'teki gurbetçilerimizin yaşadıkları dram işleniyordu..
Türkiye'den İsveç'e çalışmaya giden,bu arada çocuklarının okul ve arkadaş çevresi nedeni ile içine karıştığı yeni kültürün kendi töresine,geleneğine aykırı düşmesiyle felaketler yaşayan gurbetçilerimizin dramları..
Oyunu bir İsveçli yazar kaleme almış..
Björn Boström..
Şaziye Dağyapan çevirmiş..
Aynı zamanda kurumun müdürü olan Alpay Aksum da yönetmiş..
İyi bir ekip çalışması olmuş..
Dekor(Gözde Yavuz),müzik (Gürkan Çakıcı),ışık(Hakan Özdemir) yerli yerindeydi..
İki kişilik oyunda ağabey rolündeki Ferdi Dalkılıç iyiydi..
Esra Şen de kız kardeş rolünde ona eşlik etti..
Daha önce bir belgeselde de izlemiştim..
İsveç'te yaşayan bir Türk kızı,törelerine bağlı ailesinin onaylamadığı yaşam biçimi nedeniyle,aile meclisinin kararıyla, öldürülmüştü..
Cinayet nedeni İsveç'te büyük yankı uyandırmış elbette..
Böyle bir şey onların anlayabileceği,daha doğrusu kabullenebileceği türden değil çünkü..
Konu ülke gündemine ve parlamentosuna taşınmış..
Bu nedenle bir tiyatro oyununa konu olması da doğal olmalı..
Duyarlılıklarını göstermişler..
Ancak törelerin insanlara nasıl bir baskı uyguladığını,bir kıskaça aldığını anlamaları da imkansız..
Dolayısıyla anlamaya çalışmış genç yazar da..
Ama bence tam kavrayamamış..
Aslında kavramasını beklemek de yanlış olurdu..
Hem yabancı bir ülkeye ait hem de kadına yönelik bir şiddet söz konusu olan..
Kahramanmaraşlı bir ailenin başından geçen bir olaymış bu..
Anne ve baba bir kazada vefat etmiş..
Geriye bir kız ve bir erkek çocuk kalmış..
Büyük olan erkek çocuk,
hem kendine hem kız kardeşine bakmak zorunda..
Eğitimini sürdüren kardeş arkadaşlıklarını normal bir İsveçli kız gibi yaşamaya kalkınca,ailenin akrabaları bu konuda ağabeyi uyarırlar..
Sonunda baskılar giderek artınca,ağabey de kardeşine karşı daha sert davranır..
Kızcağızın tepkisi de evden kaçmak olur..
Bir süre sonra pişman olarak eve döner ama amcalar için o artık suçludur..
Ağabeye kardeşini öldürme emri verilir..
O da emri yerine getirir..
Bu arada öldürdüğü sadece kardeşi değildir..
Kızcağızın karnındaki bebeği de öldürmüştür,bilmeden..
Yani bir değil iki cinayet işlemiştir..
İsveç yasalarının verdiği cezayı çekmek üzere hapse atılır..
Sekiz sene sonra cezasını tamamlayıp tahliye edilecektir..
Ancak bu süre boyunca öldürdüğü kardeşinin hayaliyle konuşmakta,bu da vicdan azabını arttırmaktan başka bir şeye dönüşmemektedir.
Cezasını tamamlasa da aslında hiç özgür kalamayacak olduğunu anlamıştır..
Hapishanedeki odası.zihnindeki bir hapishaneye dönüşmüştür..
Kardeşini ve hiç doğamayacak olan yeğenini öldürmesinin pişmanlığı, onu yaşamı boyunca sürecek bir pişmanlığa mahkum etmiştir..
Geçen hafta Ankara'ya turneye gelmişlerdi..
Ben de cumartesi gidip izledim..
Tek perdelik bir oyun..
Konu hakkında verilen özeti okuyunca dramatik bir oyun izleyeceğimizi anlamıştık..
Öyle de oldu..
İsveç'teki gurbetçilerimizin yaşadıkları dram işleniyordu..
Türkiye'den İsveç'e çalışmaya giden,bu arada çocuklarının okul ve arkadaş çevresi nedeni ile içine karıştığı yeni kültürün kendi töresine,geleneğine aykırı düşmesiyle felaketler yaşayan gurbetçilerimizin dramları..
Oyunu bir İsveçli yazar kaleme almış..
Björn Boström..
Şaziye Dağyapan çevirmiş..
Aynı zamanda kurumun müdürü olan Alpay Aksum da yönetmiş..
İyi bir ekip çalışması olmuş..
Dekor(Gözde Yavuz),müzik (Gürkan Çakıcı),ışık(Hakan Özdemir) yerli yerindeydi..
İki kişilik oyunda ağabey rolündeki Ferdi Dalkılıç iyiydi..
Esra Şen de kız kardeş rolünde ona eşlik etti..
Daha önce bir belgeselde de izlemiştim..
İsveç'te yaşayan bir Türk kızı,törelerine bağlı ailesinin onaylamadığı yaşam biçimi nedeniyle,aile meclisinin kararıyla, öldürülmüştü..
Cinayet nedeni İsveç'te büyük yankı uyandırmış elbette..
Böyle bir şey onların anlayabileceği,daha doğrusu kabullenebileceği türden değil çünkü..
Konu ülke gündemine ve parlamentosuna taşınmış..
Bu nedenle bir tiyatro oyununa konu olması da doğal olmalı..
Duyarlılıklarını göstermişler..
Ancak törelerin insanlara nasıl bir baskı uyguladığını,bir kıskaça aldığını anlamaları da imkansız..
Dolayısıyla anlamaya çalışmış genç yazar da..
Ama bence tam kavrayamamış..
Aslında kavramasını beklemek de yanlış olurdu..
Hem yabancı bir ülkeye ait hem de kadına yönelik bir şiddet söz konusu olan..
Kahramanmaraşlı bir ailenin başından geçen bir olaymış bu..
Anne ve baba bir kazada vefat etmiş..
Geriye bir kız ve bir erkek çocuk kalmış..
Büyük olan erkek çocuk,
hem kendine hem kız kardeşine bakmak zorunda..
Eğitimini sürdüren kardeş arkadaşlıklarını normal bir İsveçli kız gibi yaşamaya kalkınca,ailenin akrabaları bu konuda ağabeyi uyarırlar..
Sonunda baskılar giderek artınca,ağabey de kardeşine karşı daha sert davranır..
Kızcağızın tepkisi de evden kaçmak olur..
Bir süre sonra pişman olarak eve döner ama amcalar için o artık suçludur..
Ağabeye kardeşini öldürme emri verilir..
O da emri yerine getirir..
Bu arada öldürdüğü sadece kardeşi değildir..
Kızcağızın karnındaki bebeği de öldürmüştür,bilmeden..
Yani bir değil iki cinayet işlemiştir..
İsveç yasalarının verdiği cezayı çekmek üzere hapse atılır..
Sekiz sene sonra cezasını tamamlayıp tahliye edilecektir..
Ancak bu süre boyunca öldürdüğü kardeşinin hayaliyle konuşmakta,bu da vicdan azabını arttırmaktan başka bir şeye dönüşmemektedir.
Cezasını tamamlasa da aslında hiç özgür kalamayacak olduğunu anlamıştır..
Hapishanedeki odası.zihnindeki bir hapishaneye dönüşmüştür..
Kardeşini ve hiç doğamayacak olan yeğenini öldürmesinin pişmanlığı, onu yaşamı boyunca sürecek bir pişmanlığa mahkum etmiştir..
21 Mayıs 2019 Salı
Doğu Trakya Notları-VI
Edirne-III Kakava Şenlikleri
İkindi vakti Kakava Şenlikleri için,Sarayiçi'ne gittik..
Hani ünlü Kırkpınar Yağlı Güreşlerinin yapıldığı alana..
Bu yıl 658.'si düzenlenecekmiş..
Temmuzun ilk haftasında..
1361'de Kırkpınar çayırında başlayan güreşler,1924'te Sarayiçi'ne alınmış..
Kırkpınar başpehlivanının aynı zamanda Türkiye Başpehlivanı olduğu üzerine basa basa söylendi..
Kırkpınar Yağlı Güreşlerine davet her zaman kırmızı dipli mumlu davetiyelerle yapılır imiş..
Hatta bunun heykelini dikmişler alana..
Bir de ünlü başpehlivanların heykellerini elbette..
Kurtdereli'nin,Adalı Halil'in,Koca Yusuf'un..
Günümüzün ünlü Ahmet Taşçı'sının da elbette..
Kırkpınar ağası da kendi heykelini diktirmekten geri kalmamış bu arada..
anda,saraydan kalanlar,kalıntıdan öteye geçmiyor..
Sebebini biliyoruz..
Eski saray bölgesini karargah olarak düzenleyen ordu komutanı,cephanenin düşman eline geçmesini önlemek amacıyla bütün mühimmatın havaya uçurulması emrini verir..
Emir yerine getirilmiştir ama bu arada eski saraydan kalanlar da havaya uçmuştur..
Ama eldeki varlık da düşmana teslim edilmemiştir ..
Sarayiçi'nde Adalet Kulesi yakınında,200 asırlık bir çınarın dibindeki plakette,"26 Mart 1913'te düşmana teslim olan Edirne kalesinin er ve subaylarının tutsak bırakıldıkları bu alanda açlıktan ağaç kabuklarını yemek zorunda kaldıkları" yazılıydı..
Bir de şu cümle:"Ruhları şad olsun."
Amin..
Demek ki o askerler açlıktan öldüler..
Kahramanca ve sessizce..
Ağacın hemen altında da kurumaya bırakılmış çocuk çamaşırları serilmişti rengarenk..
Her yerde de Kakava Şenlikleri için gelmiş çingene aileler..
Yeşilliğin arasından kıvrılarak akan Meriç'in üzerinden eski sarayın kalıntılarına ulaşılabiliyor ama..
Burada da bir ama var yazık ki..
Restorasyon nedeniyle köprünün başından itibaren kapalı..
Dolayısıyla sadece köprünün başındaki parmaklıkların arasından görebildik eski saraydan kalanları..
Uzaktan..
Adalet Kulesini de..
Hani bir eşi de Topkapı Sarayı'nda olan..
İstanbul'daki ile Asya tarafını,Edirne'deki ile Avrupa'daki topraklarını gözetleyen Osmanlı simgesini..
Adalet Kulesinin hemen dibinde de bir mezar..
II.Beyazıt'ın kızınınmış..
Hatice Sultan imiş adı..
Bir de mezar taşında "kız evliya"yazıyordu..
Başka da bir açıklama yoktu..
Kız evliya açlık çeken askerlerimize bir deva bulamamış anlaşılan..
Saraiçi'nde gezerken bir taş gördüm..
Üzerindeki yazıda Avrupa gezisine çıkan Abdülaziz'in,dönüşte buraya uğradığını,bunun anısına bu taşın dikildiği yazılıydı..
Yol üzerindeki bir tabelada da Av
Köşkü yazısını okuyunca yürüdüm..
IV:Mehmet'in ava olan merakı nedeniyle,Edirne Sarayı'nı daha çok tercih ettiğini okumuştuk..
Bu sonsuz gibi görünen saray koruluklarında avlanırken dinlenmek için bir odacık inşa ettirmiş demek ki..
Biraz sonra bir çay bahçesinin ortasında göründü av köşkü..
Altıgen biçimli,tek odadan ibaret..
Dışarıyı gözlemek için bol bol pencere eklenmiş..
Saydım ,13 penceresi vardı..
Bu arada kurulan sahnede peş peşe mikrofona çıkan çingene gruplarının neşeli şarkıları bütün alanda duyuluyordu..
İnsan elinde olmadan omuzlarını oynata oynata dolaşıyor..
Bazı ziyaretçiler bugün için özel kostüm diktirmişler,salınarak geziniyor,
poz veriyorlardı..
Zaten Sarayiçi'ne gelirken yolda çingene grupları,erkekleri çalıp söyler,kızları oynarken hemen insanı eğlence havasına taşıyıveriyorlardı..
Anıt çınarlardan birinin yanından geçerken gördüğüm bir çingene kızına hıdrellez eğlencelerinin onun için anlamını sordum..
Bana söylediği şunlardı:
"Sarı Kız adında güzel bir çingene kızı,gelinliğini giyip damatla birlikte oynarken,Keşan'da bulunan bir kaynağa düşer,boğulur..
Onun anısına,gelinlik giyen kızlar,her hıdrellezde,sulara dileklerini yazdıkları bir kağıt bırakırlar..
Ki sular onu Sarı Kız'a götürsün..
Yani bu törenler bir idealin anısınadır.."
Biz sabaha karşı yapılan bu seremoniye katılamadık elbette..
Ama her yaştan çingene kızlarının imkanları ölçüsünde en süslü biçimde gündüzki eğlenceye katıldıklarını ve gönüllerince eğlendiklerini gördük..
Hıdrellez ateşinin yakılma saati yaklaşırken ben de ateş için hazırlanan yığının olduğu yere yürüdüm..
Bulutlar da aynı hazırlığa geçmeye karar verdiler galiba..
Çünkü bir şimşek,bir sağanak yağmur,bir rüzgar..
Bir anda ortalık karıştı..
Ama koca yığın da tutuşturuldu..
Tabiî biraz da yakıtın gücüyle..
Alevler bir anda metrelerce yükselince,yağmura aldırmayanlar için şenlik tam anlamıyla başlamış oldu..
Gerçek çingenelerin yerini sahneye çıkan belediyenin roman dans topluluğu aldı..
Hepsi de gözalıcı,gösterişli olan gençler, Hıdrellez'in romanlara özgü inanışlarının canlandırmasını yaptılar önce..
Kötü ruhları temsil eden kara giyimli dansçılar,iyiyi temsil eden ve dallarına niyet kağıtları bağlanmış ağaçla gelen beyaz giysili dansçının karşısında silinip gittiler..
Yani yuvarlanıp sahneden indiler..
Sonra renkli giysili dansçılar en hareketli havalar eşliğinde roman dansları yaptılar..
Biz yağmur altında izleyenler de çok eğlendik..
Tabiî daha çok şemsiye ve yağmurluklu olanlar..
Söylemesi ayıp,ben de bu şanslı gruptandım..
Belediye grubu gösterisini bitirince ,sahneye özel bir topluluk çıktı..
Kostümler yine en renklisinden çingene giysileri,müzik de en oynak çinsinden çingene havalarıydı..
Dolayısıyla izleyenlerin omuzları da onlarla beraber hopluyordu..
Sahneye birbiri ardınca müzik grupları çıkarken,yağmur biraz durdu..
Seyirciler de biraz hareketlendi..
Ben de o büyük ateşin yanına ilerledim..
Ateşten atlamaya niyetliyim ama yığın o kadar büyük ki..
Benim bunu yapmaya gücüm yetmez..
Ama yiğit çingene gençlerinin yeter..
Çoktan ateşin çevresini almışlar,uzaktan koşarak gelip o dev gibi yığının üzerinden uzun atlamacıları kıskandıracak bir yükselişle atlıyorlar..
Onları gören diğer delikanlılar da hevesleniyor elbette..
Arkadan gelen neşeli müzikler eşliğinde gençlerin atlayışlarını izleyerek eğlendik hep birlikte..
Arada ateşin kıyısında küçük adımlarla ben de atlamış gibi oldum,sayılırsa..
Fakat gençleri izlemek daha heyecanlıydı..
Bu arada fotoğraf meraklıları da atlama sahnelerini en iyi biçimde yakalama telaşıyla yerlere yayılmış,habire fotoğraf çekiyorlardı..
Çok seyirlik görüntülerdi..
Peki nerede bu seyirlikler?..
Hafızamda..
Fotoğraf makinesinin şarjı Adalet Kulesi'ne geldiğimde bitiverdi..
Dolayısıyla kalakaldım..
Sadece izlemekle yetinmek durumundaydım..
Yazık ki..
Dönüş zamanı gelince, bu güzel festival ortamından ayrılmayı hiç istemeyerek, tek çıkış noktası olan köprüye doğru yollandım..
Yüzlerce kişi de benimle aynı fikirdeymiş galiba..
Onlar da alandan çıkmaya aynı anda karar vermişler..
Yine birkaç yüz kişi de alandaki eğlenceye katılmaya geliyormuş..
Bütün bunların karşılaşma noktası da köprünün üzeri olunca kaos doğmuş..
Köprüden öte yana kimse gidemiyor;bu yana kimse gelemiyor..
Köprü üstü hıncahınç insanla dolu,kimse kıpırdayamıyor..
Biraz daha devam ederse bu kargaşa,bir facia da doğabilir..
Durumdan haberdar olan polislerin devreye girip, alana gelmek isteyenleri köprü başında bekletip, önce gitmek isteyenleri tahliye etmeleri ile yavaş yavaş kördüğüm çözüldü..
Ben de kördüğümün ortasında,otobüsü kaçırma telaşındaydım ..
Otobüse yetiştim;ama bu kez de yolunu şaşıran başka bir kafile üyesini bekledik..
Neyse,bir saate yakın beklemeden sonra eksik yolcumuz da geldi..
Eve dönüş yoluna koyulduk..
Hafta sonunda yapılan Doğu Trakya gezisi bu kadar olur..
Ertesi sabah mesai bizi bekliyor..
Şimdi dinlenme zamanı..
Bünye yorgun..
Ama güzel
yurdumuzun güzelliğinin bir kere daha tescili ile de mutlu..
Doğu Trakya Notları-V
Edirne-II
Edirne Şifahanesi ve Camiler
Edirne programı cami ziyaretleriyle doluydu..
Ancak yol üzerindeki Edirne Şifahanesi ile başlamak uygun görüldüğü için önce oraya yöneldik..
Amasya'da gördüğümüz şifahane örneğinin bir benzeri de burada karşımızda idi..
Belki daha da muazzam olanı..
Verilen kısıtlı süre içinde koşarak da olsa her şeyi görmeye çalıştık..
Ancak şifahane avlusu içindeki camiyi ziyaret etmeye fırsat kalmadı yazık ki..
Bir de hoş bir sürprizle karşılaştık..
Orta okul yıllarımızın efsane öğretmenlerinden Seyhun Sevinç de eşi ile aynı mekanda idi..
Bizim kafilede onun öğrencisi olan başkaları da varmış..
Hepimiz öğretmenizin yanına giderek saygı ve sevgiyle selamladık..
Dünya küçük !..
Şifahaneye giriş çeşitli tarifelerde..
Çocuklar,65 yaş ve üzeri olanlar ücret ödemiyor..
Müze kart geçersiz..
Öğretmen kimliği geçersiz..
Giriş 5 lira..
Bilet ücretini ödeyip geçenlerdenim ben de..
Zamanın tıp imkanları ile hastalara nasıl şifa dağıtılmış,eğitim sistemi nasılmış,görebildiğimiz kadarıyla gezdik..
Ancak bu mekana birkaç saat kadar vakit ayırmak gerekiyor..
Her bir bölümü hakkıyla gezmek ancak böyle mümkün..
Belki bir kere daha kısmet olur
ve bu kez içime sinerek ziyaret edebilirim,umarım..
Şifahane çıkışında seyyar satıcıların satış becerileri de parmak ısırtan cinsindendi..
Özellikle kadın satıcıların..
Çıkan her kadının başına renkli pullu yazmaları bağlayıp bir tutam da yeşillik takarak kendilerine benzetiyor,bir yandan da hep bir ağızdan konuşarak ziyarete gelenleri aptala çeviriyorlardı..
Çok renkli görüntülerdi..
Sonra yine otobüslere doluşup şehir merkezine geldik..
Artık tarihi cami ziyaretlerine başlayabiliriz..
Hemen Selimiye Camisi ile başladık..
Zaten caminin yanı başına otobüsleri park ettiğimiz için çabucak camiye giriverdik..
Ancak yazık ki,öğle namazı vakti geldiği için bu en önemli ziyaretimizde camiyi içimize sinerek gezemedik..
Cemaat namaz için içeri girmeye başlayınca,serbest zamanda tekrar gelmeye niyet ederek çıktık..
Biraz aşağıdaki Eski Cami'ye yöneldik..
Merhum Ara Güler'in o
ünlü fotoğrafını çektiği yer ..
Hani eski yazı ile Allah yazılı duvarın önündeki siyah çarşaflı kadınlar fotoğrafı..
Caminin kendisi de güzeldi..
Yıldırım Bayezit'in oğlu Emir Süleyman'ın 1403'te başlatıp,1414'te Çelebi Mehmet'in tamamladığı yapının mimarı Konyalı Hacı Alaattin,kalfası İbrahim oğlu Ömer..
Üç Şerefeli Cami yapılıncı buna Eski Cami denmeye başlamış..
Şehrin ilk ulu camisi..
III.Mustafa ve II.Ahmet burada kılıç kuşanmışlar..
Bu geleneği simgesel olarak yaşatmak için imamlar cuma
hutbesine kılıçla çıkıyorlar imiş..
Cami görevlisine doğru olup olmadığını sordum..
Bu geleneğin sürdüğünü söyledi..
Bir de Hacı Bayram Veli,II.Murat döneminde bu camide vaaz vermiş..
Onun anısına hürmeten,şimdi de imamlar bu kürsüyü kullanmıyorlarmış..
Gelenekleri efsanelerin ışığında canlandırmak için güzel örnekler doğrusu..
Giriş kapısının sol yanında kocaman harflerle Allah,sağ yanında Muhammed yazıyor..
Meydanın ortasında,çevresinde satıcıların sesleri,ziyaretçilerin yüksek alçak sesli konuşmaları,şehrin gündelik hayatının canlılığı içinde hiç göze batmadan manzarayı tamamlıyordu..
Hızlı turumuzda Eski Cami'den de çabucak çıkartılıp Üç Şerefeli Cami'ye yönlendirildik..
Mesele biraz da bizim ziyaret saatimizin öğle namazı saatine denk gelmesiydi..
Cemaat camiye dolunca ziyaretçilerin ortalıkta aval aval dolaşması hoş olmuyor..
Artık serbest zamanda bu camileri bir kere daha ziyaret ederim..
Haydi Üç Şerefeli Cami'ye..
Dört tarafında dört farklı biçimde minaresi ile ilginç bir yapı..
14.yy yapısı olan eserin mimarı olarak "felçli mimar"olarak anılan Muslihiddin anılıyor..
Yapının inşa emrini veren de II.Murat..
Fatih'in babası..
Yardımcısı olarak da Şahabettin'in adı veriliyor..
Camiye adını veren üç şerefeli minare 81m uzunlukta..
Karşısındaki iki şerefeli minare üzerindeki baklavalı deseniyle ondan farklı olduğunu bir kez daha gösteriyor..
Onların karşısındaki tek şerefeli minare de yivli bir biçimde inşa edilmiş..
Burmalı minare de deniyormuş..
Evliya Çelebi ünlü seyahatnamesinde,caminin çiçek bahçesi içinde olduğunu,toplanan çiçek demetlerinin saflar arasına konduğunu,böylece namaz sırasında secdeye varanların mis kokular içinde ibadetin güzelliğine vardıklarını;kışın şadırvandan sıcak su aktığını da bilgilerine eklemiş !..
Cami çevresinde de Saatli Medrese,Peykler Medresesi,Taşhan,Sokollu Hamamı gibi,bu eski Osmanlı payitahtını süsleyen diğer mimarî
yapılar sıralanıyor..
Edirne tarihi öneme sahip eser sayısı bakımından Floransa'dan sonra dünyada 2. sırada
geliyormuş..
Bu şehrin ne kadar önemli olduğuna dair önemli bir ayrıntı..
Bu arada Kakava Şenliklerinin resmi törenlerinin yapıldığı meydandan geçiyorken ben de programın saygı duruşu ve İstiklal Marşımızın söylenmesi bölümüne katıldım..
Sonra biraz
sokaklarında gezindim..
Turla gidenleri hemen bir dükkana sıkarak alışveriş yapmalarının sağlanması âdetten..
Burada da kurabiye ve badem ezmesi için yine Selimiye Camisi karşısındaki ünlü bir şekerlemeciye girildi..
Cami ziyaretinden daha fazla alışveriş süresi yine hoşgörüyle karşılandı..
Bunlar bu türlü gezilerin olumsuz yönleri yazık ki..
Belki bir kez daha gidemeyeceğimiz yerleri eksik gezmek..
Edirne Şifahanesi ve Camiler
Edirne programı cami ziyaretleriyle doluydu..
Ancak yol üzerindeki Edirne Şifahanesi ile başlamak uygun görüldüğü için önce oraya yöneldik..
Amasya'da gördüğümüz şifahane örneğinin bir benzeri de burada karşımızda idi..
Belki daha da muazzam olanı..
Verilen kısıtlı süre içinde koşarak da olsa her şeyi görmeye çalıştık..
Ancak şifahane avlusu içindeki camiyi ziyaret etmeye fırsat kalmadı yazık ki..
Bir de hoş bir sürprizle karşılaştık..
Orta okul yıllarımızın efsane öğretmenlerinden Seyhun Sevinç de eşi ile aynı mekanda idi..
Bizim kafilede onun öğrencisi olan başkaları da varmış..
Hepimiz öğretmenizin yanına giderek saygı ve sevgiyle selamladık..
Dünya küçük !..
Şifahaneye giriş çeşitli tarifelerde..
Çocuklar,65 yaş ve üzeri olanlar ücret ödemiyor..
Müze kart geçersiz..
Öğretmen kimliği geçersiz..
Giriş 5 lira..
Bilet ücretini ödeyip geçenlerdenim ben de..
Zamanın tıp imkanları ile hastalara nasıl şifa dağıtılmış,eğitim sistemi nasılmış,görebildiğimiz kadarıyla gezdik..
Ancak bu mekana birkaç saat kadar vakit ayırmak gerekiyor..
Her bir bölümü hakkıyla gezmek ancak böyle mümkün..
Belki bir kere daha kısmet olur
ve bu kez içime sinerek ziyaret edebilirim,umarım..
Şifahane çıkışında seyyar satıcıların satış becerileri de parmak ısırtan cinsindendi..
Özellikle kadın satıcıların..
Çıkan her kadının başına renkli pullu yazmaları bağlayıp bir tutam da yeşillik takarak kendilerine benzetiyor,bir yandan da hep bir ağızdan konuşarak ziyarete gelenleri aptala çeviriyorlardı..
Çok renkli görüntülerdi..
Sonra yine otobüslere doluşup şehir merkezine geldik..
Artık tarihi cami ziyaretlerine başlayabiliriz..
Hemen Selimiye Camisi ile başladık..
Zaten caminin yanı başına otobüsleri park ettiğimiz için çabucak camiye giriverdik..
Ancak yazık ki,öğle namazı vakti geldiği için bu en önemli ziyaretimizde camiyi içimize sinerek gezemedik..
Cemaat namaz için içeri girmeye başlayınca,serbest zamanda tekrar gelmeye niyet ederek çıktık..
Biraz aşağıdaki Eski Cami'ye yöneldik..
Merhum Ara Güler'in o
ünlü fotoğrafını çektiği yer ..
Hani eski yazı ile Allah yazılı duvarın önündeki siyah çarşaflı kadınlar fotoğrafı..
Caminin kendisi de güzeldi..
Yıldırım Bayezit'in oğlu Emir Süleyman'ın 1403'te başlatıp,1414'te Çelebi Mehmet'in tamamladığı yapının mimarı Konyalı Hacı Alaattin,kalfası İbrahim oğlu Ömer..
Üç Şerefeli Cami yapılıncı buna Eski Cami denmeye başlamış..
Şehrin ilk ulu camisi..
III.Mustafa ve II.Ahmet burada kılıç kuşanmışlar..
Bu geleneği simgesel olarak yaşatmak için imamlar cuma
hutbesine kılıçla çıkıyorlar imiş..
Cami görevlisine doğru olup olmadığını sordum..
Bu geleneğin sürdüğünü söyledi..
Bir de Hacı Bayram Veli,II.Murat döneminde bu camide vaaz vermiş..
Onun anısına hürmeten,şimdi de imamlar bu kürsüyü kullanmıyorlarmış..
Gelenekleri efsanelerin ışığında canlandırmak için güzel örnekler doğrusu..
Giriş kapısının sol yanında kocaman harflerle Allah,sağ yanında Muhammed yazıyor..
Meydanın ortasında,çevresinde satıcıların sesleri,ziyaretçilerin yüksek alçak sesli konuşmaları,şehrin gündelik hayatının canlılığı içinde hiç göze batmadan manzarayı tamamlıyordu..
Hızlı turumuzda Eski Cami'den de çabucak çıkartılıp Üç Şerefeli Cami'ye yönlendirildik..
Mesele biraz da bizim ziyaret saatimizin öğle namazı saatine denk gelmesiydi..
Cemaat camiye dolunca ziyaretçilerin ortalıkta aval aval dolaşması hoş olmuyor..
Artık serbest zamanda bu camileri bir kere daha ziyaret ederim..
Haydi Üç Şerefeli Cami'ye..
Dört tarafında dört farklı biçimde minaresi ile ilginç bir yapı..
14.yy yapısı olan eserin mimarı olarak "felçli mimar"olarak anılan Muslihiddin anılıyor..
Yapının inşa emrini veren de II.Murat..
Fatih'in babası..
Yardımcısı olarak da Şahabettin'in adı veriliyor..
Camiye adını veren üç şerefeli minare 81m uzunlukta..
Karşısındaki iki şerefeli minare üzerindeki baklavalı deseniyle ondan farklı olduğunu bir kez daha gösteriyor..
Onların karşısındaki tek şerefeli minare de yivli bir biçimde inşa edilmiş..
Burmalı minare de deniyormuş..
Evliya Çelebi ünlü seyahatnamesinde,caminin çiçek bahçesi içinde olduğunu,toplanan çiçek demetlerinin saflar arasına konduğunu,böylece namaz sırasında secdeye varanların mis kokular içinde ibadetin güzelliğine vardıklarını;kışın şadırvandan sıcak su aktığını da bilgilerine eklemiş !..
Cami çevresinde de Saatli Medrese,Peykler Medresesi,Taşhan,Sokollu Hamamı gibi,bu eski Osmanlı payitahtını süsleyen diğer mimarî
yapılar sıralanıyor..
Edirne tarihi öneme sahip eser sayısı bakımından Floransa'dan sonra dünyada 2. sırada
geliyormuş..
Bu şehrin ne kadar önemli olduğuna dair önemli bir ayrıntı..
Bu arada Kakava Şenliklerinin resmi törenlerinin yapıldığı meydandan geçiyorken ben de programın saygı duruşu ve İstiklal Marşımızın söylenmesi bölümüne katıldım..
Sonra biraz
sokaklarında gezindim..
Turla gidenleri hemen bir dükkana sıkarak alışveriş yapmalarının sağlanması âdetten..
Burada da kurabiye ve badem ezmesi için yine Selimiye Camisi karşısındaki ünlü bir şekerlemeciye girildi..
Cami ziyaretinden daha fazla alışveriş süresi yine hoşgörüyle karşılandı..
Bunlar bu türlü gezilerin olumsuz yönleri yazık ki..
Belki bir kez daha gidemeyeceğimiz yerleri eksik gezmek..
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)