Gidemediğimiz Göbeklitepe demek lazım aslında..
Dolayısıyla kısa Urfa turuna devam..
Sabah Balıklıgöl ziyaretimizi bitirip yola çıkmıştık..
İstikamet şurası demeye kalmadan,trafikte bir otomobil otobüsümüze çarptı..
Urfa'nın trafik yoğunluğu olan bir noktasında meydana gelen bu olay sonucunda bekledik..
Trafik polisinin gelmesini,tutanak
tutulmasını,tabiî bunlardan önce iki şoförün birbirleriyle atışmasının bitmesini ve otomobili almak üzere bir çekicinin gelmesini..
Neyse hepsi bitti..
Bu kez de geç kaldığımız için hemen yola revan olduk..
Ama Göbeklitepe'ye değil..
Şimdi İstikamet Halfeti..
Göbeklitepe üzerine bilgiler de rehberden..
"Dünyanın en eski tapınağı olarak biliniyor.."
12 bin yıllık insanlık tarihini görmek kısmet olmadı kısacası..
Onun yerine 21. yüz yıl Urfa halkını görmüş olduk..
Hazret-i İbrahim'in doğduğu mağaradaki kadınları..
Asıl mağaranın önündeki parmaklılara,duvardaki taşlara elini yüzünü süren,parmaklıklar önünde yatan,içerde herkesin abdest aldığı çeşmenin suyunu kutsal diye şişelere doldurup içen,beraberinde götüren..
"Göbeklitepe'deki taşlar insanı ve inancını simgeliyor..
Kesme taş ibadethanelerde de insanı ve inancını gördüğümüz gibi..
Çağlar,halklar,isimler değişiyor ama özünde insanlar aynı kalıyor.."
Balıklıgöl'de verilen serbest zamanın bir bölümü öğle yemeği içindi ve epey uzuncaydı..
Ben de bundan istifade ederek,Balıklıgöl'ün hemen yanıdaki eski bir işhanı olan Gümrük Han'a girip gezdim..
Bıçaklar,kebaplar,tesbihler,kumaşlar,baharat,özellikle ünlü is
ot biberi,kurutulmuş biber,kabak,patlıcan dizileri
ve bol bol altın,yani kuyumcu dükkanları dizi dizi..
Dükkanı o kadar küçüktü ki..
Eni bir metre yoktu..
Boyu da iki metreyi bulmuyordu..
Yerden tavana kadar dizdiği kumaş toplarının arasına da kendisi sıkışmış,günlük nafakasını arıyordu..
İşlerin nasıl olduğunu sordum..
Güvensiz piyasadan şikayetçiydi..
Bir de,benim öğretmen olduğumu
işitince,çocuklarını okuttuğunu,hepsinin iş güç sahibi olduğunu,kızının öğretmen olarak Urfa'nın merkez köyüne tayin olduğunu..
Anlattı..
Kısa sohbetin ardından gezmeye devam ettim..
Yolumun üzerindeki kuyumcu vitrinlerinde gördüğüm değişik bir takının ismini,ne için olduğunu bir kuyumcuya sordum..
Frenkbağı imiş..
Kocaman bir altın takı idi..
Şehri gezmeye geldiğimi,kısacık vakitte çarşıyı dolaşmaya karar verdiğimi söyleyince çay ikram etmek istedi..
Bir çay içimi sohbette anlattı..
Halıcılıktan kuyumculuğa geçtiklerini..
Suriyelilerin gelişiyle değişen ve gelişen koşulları,en çok da olumsuzlukları..
Hemen çarşı girişindeki bir kuyumcu dükkanının bir Suriyeliye ait olduğunu,hatta üç kuyumcu dükkanı olduğunu ve El-Halil adlıbu adamın Türkiye'ye gelirken 700 kilo altınla geldiğini !..
Yanındaki küçük çocuğun oğlu olduğunu..
Erken evlenmesine rağmen uzun süre bekledikten sonra çocuk sahibi olabildiğini..
Şimdi iki çocuğu olduğunu..
Kendisinin durumunda pek çok aile tanıdığını..
Çevre baskısından dolayı çok sıkıntılar yaşadıklarını..
Anlattı..
Kuyumcu Ahmet Cıncık..
Bana dükkanının kartvizitini verdi..
Efsane Kuyumculuk..
Serbest zamanımız bitmek üzere olduğu için kendisine teşekkür edip çıktım..
Memleketimizin misafirperverliğinin bir örneği olan Ahmet de yemek ikram edemediği için üzülüyordu..
Ben kafileyle buluşma yerine doğru yürürken bir şey dikkatimi çekti..
Kebapçı dükkanlarındaki her masada kocaman tabaklardaki kuru soğanlar..
Her çeşitten kebaplığın kokusu da yolları doldurmuştu..
Anlaşılan burada her şey bol acılı,baharatlı..
Her şeyin bol olanı makbul..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder